sana bir şey söylemeye geldim

sana bir şey söylemeye geldim

İnsan, başına gelecek iyi ve kötü hadiseleri, yolun nerede nasıl değişeceğini tahayyül edemiyor. Bundan 5 yıl önce şimdi yaşadığım hayatı hayal dahi edemezdim. Nimetlerin sıradanlaşmasından çok korkuyorum. Onlara alışmaktan, ağladığım sabahları unutmaktan korkuyorum.

Öyle çok gecem olmuştu ki ‘’Yarabbi sadece uyuyup uyanacağım sabahlarım olacak mı?’’ diye düşünürken içim çatlardı. Göz yaşlarımız bir noktadan sonra kurur zannederdim. Kurumadı. Defaatle ağladım. Sanki hiç ışık yoktu. Herkes konuşuyordu, herkes. Daima fikri olan ne çok insan vardı. Oysa aynı insanlar, tehlike anlarında yoktu. Boğazımdaki yumruk beni boğarken. Maddi manevi sıkışmalar için kıvranırken, elimi uzattığım anlarda tutmak için orada kimse yoktu. Ama ne zaman ki hadiseler göz önünde yaşansa, hemen fikirler sıralanıyordu. İthamlar, çıkarımlar, büyüklenmeler ve sorular. Bitmek tükenmek bilmeyen o sorular. Ellerine neşteri alıp, dişlerini göstere göstere, bütün ciğerlerimi hiç gözlerini kırpmadan deşerek süren sorular.

Çok yorulmuştum.

Kim haklı, bana ne oldu, sormasınlar istiyordum. Soruyorlardı. Hiç durmadan. Konuşmaktan çok kusmaya benziyordu hâlleri. Bir çığlık atsam, diyordum. Bütün sesler sükun bulsa. Yapamıyordum. Üstelik dışarıdan bunların hiçbiri görünmüyordu. Onca arbede içinde yüzüm asıksa misal ”huysuz” oluyordu.  Savunmuyordum kendimi, Susuyordum. Ellerim titriyordu, ceplerime sokuyordum. Biraz uykuya dalsam, bacaklarım titriyordu. Deprem sanıyordum. Önce bacağımı, sonra yatağı tutuyordum. Sallanıyor muyuz? Işığı açıp lambaya bakıyordum. Bacağımın sarsıntısıyla o kadar çok uyandım ki artık gerçekten deprem olduğu zamanlarda insanlar korkarken bende geniş bir sakinlik vardı. Sallanmaya alışmak belki, bilmiyorum. Çok uzun süredir sallanıyordum. O kadar uzun korkmuştum ki artık korkmuyordum. Bir sakinlik kaplamıştı bütün zerrelerimi. Aceleler tükenmişti. Koşup yetişmek istediğim bütün trenler çoktan gitmişti. İstasyonda, eteğimdeki taşlarla kalakalmıştım.

Ne kadar zaman?

Yemek yeme iştahımı da sanıyorum bu yıllar içinde kaybettim. Ağzının tadı kalmamak, derler ya. Bilirsiniz, yemek yemekten zevk alan insanlar çoktur. Sadece canı bir şey istedi diye kalkıp yapan veya gidip alan. Yerken de büyük bir iştahla yiyen. Keyif alan. Çatalın elimden düştüğü sahneler var. Tabakla bakıştığım sahneler. Sofrada otururken 40 yıllık  yorgunluğu üzerime giydiğim anlar var. Yarım kalan ne çok yemek, yutamadığım ne çok lokma. Huzuru özlediğim ne çok sabah ve akşam.

İşte bu yıllar arasında, yemek, ayakta kalmak için ağzıma attığım şeylere  dönüşüverdi. Kalbimle beraber herhalde midem de yoruldu. Hazmetmek zorlaştı. Her şey dokunur oldu, her şey fazla geldi, içim almadı. Hayatımda olup bitenleri durduramıyordum ya, en azından midem reddediyordu bütün bu olanları ve gıdanın çoğunu.

Oysa, o en yiyemediğim günlerde de çok sofra kurdum. Soframda oturan kimse bilmedi boğazımdan geçmediğini.

Kollarım, bacaklarım tutmuyordu. Mecazen değil. Yolun kenarına oturuyordum, bacağıma can gelene dek. Kalksam, yürüyemiyor, düşüyordum. Bedenime hükmüm geçmiyordu. Gidemiyordum, sürükleniyordum. Fakat okumaya, anlatmaya ve sofra kurmaya devam ediyordum.

Aynaya, bakmıyordum. Gökyüzüne hiç bakmıyordum. Sevdiğim şiirleri okumuyordum. Nicedir dergi karıştırmıyor, bir ağacın altında gölgelenmiyordum.  Toprağım, kabım, suyum, güneşim yoktu. Öyle titrek bir gövdeyle eğilip bükülüyordum. Canım acıyordu.

Anlatamıyordum.

İnsan nasıl anlatabilir hayal kırıklarını, aldanışlarını, kendi duasının altında kalışını? Anlatamaz. Oturur secdelerce ağlar.

Ben de ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordum.

O kadar çok baştan başlamıştım ki, olduğum yerde saydığım bir ömürdeymişim hissi beni tüketiyordu. Çekilen bunca acı, nereye gidiyordu. Ben nereye varıyordum. Döngüler, savruluşlar, geriye çekilişler. Tam bu esnada hayatının renk renk desen desen sayfalarını çeviren şen insanları seyretmek, zordu.

Benim renklerim silinmişti. Ben ne renktim, hatırlayamıyordum. Nasıl sevinirdim, nasıl coşardı içim? Çürüdüğümü hissediyordum. Bütün damarlarıma küf yürüyordu. Kendime, kendim ağır geliyordu. Taşıyamıyor, sürüklüyordum.

Tomurcukları görünce titrek bir gülüş ufalanıyordu dudağımın kenarına. Sanki bana ‘’tutun’’ diyordu. Yağmur yüzüme değince konuşuyordu ‘’İnsanlar ümidini kestikten sonra yağmur yüklü bulutları gönderen O’dur’’. Teselli ediyordu.

Hiç, hiç ışık yoktu. Yorulmuştum. Bu yaşıma kadar durmayan bu sürüklenişin yeni ve dinç fırtınalarla baştan başa donatılması beni sarsıyordu. Hiç ışık yoktu fakat her sabah güneş doğuyordu. Hiç ışık yoktu fakat gece olunca ay ve yıldızlar serpiliyordu. Hiç ışık yoktu ama ağaçların dallarından taşan tomurcuklar durmuyordu. Hiç ışık yoktu ama bebekler doğuyordu. Anne, diyordu. Hiç, hiç ışık yoktu.

Karanlığa gözüm öyle alışmıştı ki yeniden ışığı görsem, tanıyabilir miydim, bilmiyordum. Ama hâlâ kalbim atıyordu. Durmuyordu. Ölüyordum, ölüyordum, yine atıyordu. Çocuklar eteğime birikip şakıyordu. Damarlarıma su yürüyordu. Diriliyordum. Kendimde güç, takat bulamıyordum. Yeniden yeşermeye bir ihtimal göremiyordum fakat Allah vardı ve Allah varken imkansız yoktu. Allah vardı, kalbim O’nun mülküydü, şifa kaynağıydı. Aklıma hayalime sığmasa da perdeler kalkabilirdi. ‘’Bir sabahta değilse de bir sabah mutlaka olur’’ dedim kendime.  Senin gücünle değil ama Allah’ın kudretiyle mümkün her şey. Sen yürü. Yolun sahibi Allah, sen yürü.

Yürüdüm.

Bahçelerden geçtim.

Kuyulardan tek tek çektim kendimi. Kaç kere düşmüşüm, kaç kere yitmişim, saymadım. Yürüdüm, yaralarım kabuklandı. Güneş kavurdu, gerildi kabuklar. Yolmadım. Serap gördüm ve de yüzdüm bu serabın içinde. Çiçek ektim, çocuk ektim.                . Gittim bir ağaç buldum tanıştım. Selamlaşırken gövdesini sevdim. İnsanların sorduğu soruların cevabını ona anlattım. Baktım beli bükülüyor, sustum, kıyamadım.

Ellerimin titremesi geçti. Yeniden ekmekler yaptım.

Nicedir kaçtığım dergileri, kitapları aldım bağrıma bastım, yürüdüm. Bir gölgelik buldum, açtım okudum. Orada, kendime merhaba dedim. ‘’Merhaba, ne çok oldu, görüşmedik, nasılsın?’’ Oturdum, okudum, kaç saat saymadım.

Baktım ki boğazımdaki yumruk küçülmüş, ne garip.

Çok şey oldu. Kızayım, diye beklediler. Kızmadım. Döğüşmeyi bıraktım. Tekbirden başka şey için kalkmaz oldu kollarım.

Bir sabahta değilse de bir sabah, sabah oldu. Uyandım. Öylece. Öylesine. Kaygısız, korkusuz. Gece titrememiş bacaklarım. Perdeyi araladım. Göğe baktım. Ey gözümün nuru, nasılsın?

Şeytan, ister ki, umudumuzu kaybedelim. İster ki, nimetle şımaralım. İki durumda da Allah’ın kudretini unutalım. Oysa, daralırken hatırla, aydınlık günler Rabbinin elindedir. Rahattayken hatırla, darlık günleri de Allah’ın kaderindendir. Her halukârda alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Rabbimden iki dünya için afiyet dilerim.

Sana şunu söylemeye geldim:

Bütün ormanların yansa, kül olsa. Yeniden çiçek açtıran bir Rabbimiz olduğunu hatırla. Çiçeği görürken inanmak kolay, sen talan olmuş toprağın ortasındayken de inan. Çünkü iman, budur.

 

 

 

Share:FacebookX
Join the discussion