Dış kapımız sokağa açılır, hiç kitlenmez; yaz gelince incecik ve muhakkak dantelli, uzun bir tülle evimizi sokaktan ayırırdık. Usulca. Bize has değildi. Mahallemizde bütün evlerin kapısı aynı sokağa açılır, kapıları tülle örtülürdü. Rüzgâr, ikindi ve güneş sohbete durunca tüllerin altından geçerdik. Güneşin tam bu vakitlerde bıraktığı altın tozu üstümüze başımıza sürülürdü. Tülden gelinlikler, uçurtmalar, pelerinler.. Tülden ve dantelli gülüşler. Her ikindi. Uzun ve daracık o sokakta, birbirine bakan kapılarda çocukların şöleni başlardı ki o zaman bunun bir şölen olduğunu bilmezlerdi. Bilmezdik. Bilmezdim.
Karnımız aç mı? Terlik yemiş miyiz annemizden, ninemizden? İstediğimiz kaç şeyi daha alamamışız. Kim neden ve kaç gece ağlamış sokak lambasına gözünü hiç kırpmadan bakarak. Muzu ancak dizilerin mutfak masasında görürken, adını bile ağzımıza alamazken, bolca ayvayı yediğimiz o günlerde. Esas ayvaları büyüyünce yiyeceğimizi bilmeden. Cümlesinin ehemmiyetini yitirdiği o kutlu ikindi. Tüller ve Çocuklar, diye bir film ki her gün bizim sokakta aynı saatte tekrar ediyordu kendisini.
Rüzgârın ahengini kavrayıp, onun hızıyla ve durmasıyla akordumuzu aynı ayara getirip altından geçtiğimiz saniyeler, nasıl böyle pürüzsüz ve pırıl pırıl. Güneşle, rüzgârla, kapının önüne hop diye attığımız hasırla, nasıl da rahat. Beton avlu ve sıvasız merdivenlere kovalarla dökülen gürül gürül su! ayaklarımıza ulaşınca, Maldivlerden henüz haberimiz yokken ve de umurumuzda değilken.. yaşamak nasıl ferah.
Akşam ezanına yaklaşırken ateş böceklerinin belirmesi gibi teker teker yanan lambalar. Lamba ve yanmak kelimelerinin bir araya gelmesi. Evdeki ışığın bir ateşe benzemesi. Ya kavurması ya ısıtması. Hepsi bizim. Sokağa taşan kavga, Kıymet Abla’nın gözünde sabah yeni bir morluk. Saçlarımı örüyor hiç konuşmadan. Hiç konuşmayan kadınların o tiz ve ciğerdelen yankısı. Kucağında otururken içime akan dert yumağı, kelimelerden beri. Saçlarım sırma, balık sırtı çok güzel. Hiç konuşmadan verilen teselli avuçlarımdan akıyor ellerini tutarken. Kalbim, kocaman. Aferim bana. Akşama gel, diyor; oturalım. Kafa sallıyorum. Bir çocukla oturmak isteyen bu kadın, yalnız ve hâlâ yaşamaktan ümidini kesmemiş biri. Öldükçe dirilmek her sabah, kendine rağmen, mümkün.
Sabahları kahvaltı etmemek için bıkmadan edilen kavga. Hiç esmeyen tül. Günün damarlarına kan henüz akmaya başlarken. Uykum çat diye açılır. Aşamaları kendimden ne zaman silmişim. Pencerem bahçeye, güllere ve söğüde, yeşile açılıyor. Pencerem dökük, tahtadan, eski ve dışa doğru. Pencerem, çok güzel.
Okulumuz tam gün, öğlen doymak için yeterli paramız asla olmaz fakat bölüşmek ve bereket mucizesi bizimle. Bir de meyve ağaçları. Dönüş yolunda her seferinde kendi kendine giden yolun hayalini kuruyorum. Bunu büyüyünce hava alanında görünce yaşadığım hayret ve esef derin. Ben o yolu, köyümüzdeki ev ile okul arasında düşlemiştim, iki bavul için değil abiler. Kendimi taşırken çok yorulduğum için istemiştim. Şişko değildim hayır, canım azdı. Hâlâ az ve nasıl çok.. sığmıyor. Ruh, tuhaf.
İçimi her ikindi kımıl kımıl ettiren güneş, gölge, rüzgâr ve şimdi pencerelerimizde asılı olan şu tül. Güneşle, rüzgârla, tülle, avlu ve taşla arkadaş olmuş olan o kız. Kapısı sokağa açılan o evler ve evlerin önüne sorgusuz atılabilen hasır. Biraz çay, yatsıya yakın, sonra çekirdek ve gülüşmeler. Konu; serbest.