Araplar ”Kadın saçını topladı” derken toplamak fiili için ”akl” kelimesini kullanır. Halat gibi bir cisimle develeri durdurmak için de yine ”akl” kelimesini kullanılır. Kök anlamı bağlamak ve anlamak olan ”akl” Kur’an’da kalp ile birlikte önümüze sıkça gelir. Aklı doğru kullanamayanlar için kalplerinde kilit, örtü, perde bulunduğunu, tam da bu sebeple ”akledemediklerini” okuruz. Kalbin sağlıklı çalışabilmesi, duygularını huzurla yaşayabilmesi ve isabetli yönelimlere sahip olabilmesi için aklın doğru yönetilmesine ihtiyacı vardır.
Biz akıl ve kalbi birbirinden keskince ayırır, ikisinin talep ve barındırdıklarının ayrı yollarda olduğunu düşünürüz. Ancak Kur’an’a göre, her kim ki her biri başka yöne giden saçlar misali dağılan, savrulan fikirlerini bir araya toplamaya güç yetirir de buna dirayet gösterirse, duyguları o kişiye boyun eğer. Bir müddet sonra hisleri onu değil o hislerini yönetmeye başlar. Böylece hakikat ile arasında hiçbir engel kalmaz. Yollar açılır. Hangi adımları atması gerektiğini görür, suları durulur ve berraklaşır. Ruh kuvvetlendikçe hafifler.
Tam tersi durumda; savrulan, meşgul eden, zihne düşen her fikrin peşinden gidildiğinde kalbi de yönetmek mümkün olmaz. Hisler nükseder, aklı da perdeler. Böylece kişi asla yapmaya ihtimal vermediği işlerin baş rolü olarak kendisini görür ve hayret eder. Oraya nasıl gittiğini, o işi nasıl yaptığını, geldiği hâli kendisine izah edemez ve anlayamaz. Temelde bulunan benliği ile gerçekleştirdiği eylemler birbiriyle uyuşmaz. Ruh ve kalp arasında uyumsuzluk büyür. Bu durum, insanı hasta eder. Uyutmaz, peşine düştüğü arzulardan da tat aldırmaz. Anlık tatminlerle kişi memnun olsa da kendine kaldığı her an yaşadığı vicdan azabıyla boğulur.
Diğer bir ihtimalse kendisini kaybetmeyi göze alır. Rahatsızlık duymamaya başlar. Durumunu içselleştirir. Bu histerik hâlle, değişken iç âlemle ne insanlar arasında ne Rabbiyle sükun bulamaz. Dolayısıyla mutlu olmak için peşinden gittiği yol, ancak ve ancak yorgunluk getirmiş olur.
Doğru olmadığını bilsek de bazı hisler içimizde yoğunlaşabilir. Doğru olmamasına rağmen bütün benliğimiz tek bir his etrafında dönüp durabilir. Arzu etmekle peşine düşmek aynı düzlemde değildir. O duygu, dürtü, eğilim ismi her neyse zihnimizi meşgul ettiğinde, dağılmış saçlar gibi sağa sola savrulduğunda yapmamız gereken onları toparlayıp bağlamaktır. Bir deveyi kontrol etmek ne kadar güçse aklımıza düşenlere karşı derli toplu kalabilmek ve peşine düşmemek de öyle güçtür. Ancak durmak, en sağlam varma biçimlerinden biridir. Savrulmakta olanın peşinden gitmekle kimse iç âlemini derleyip toparlayamaz. Delicesine yapmak istediğimiz o şey, ele geçtikten sonra büyük bir usanç ve boşluğa dönüşür. His, çoğu zaman yanıltıcı ve anlıktır. Üzerine uyku uyumadan, selim kafayla yeniden bakmadan, arzunun ötesinden hakikatle tahayyül etmeden, iki dünya açısından değerlendirmeden, Allah’tan korkan başka bir akıl ve kalple istişare etmeden ısrar ettiğimiz o şey, muhtemeldir ki ele geçince sası bir pişmanlığa dönüşecek.
Yine bu savrukluk sebebiyle fikirler puslanır. Aslolan görülemez, üzerine sis perdesi iner. Öyle puslu bir hava oluşur ki delicesine uzandığımız nesne avucumuza konunca hayretle şaşıp kalırız. Deriz ki ‘‘Uzanmaya çalıştığım bu değildi! Nedir ellerimdeki! Peşinden koşup durduğum arzu, şimdi avucumda duran soğuk ve yabancı şeye benzemiyor. Beni kendiliğimden dışarı çıkaran, uykularımı bölen, yönümü değiştiren, gönlüme sıcak gelen ve doğruluğundan emin olduğum nerede; avuçlarımdaki bu ketum boşluk nerede? Peşinde olduğumla bulduğum arasındaki başkalık böyle ağırken nefes almak mümkün mü? Şimdi neredeyim ve yürüdüğüm tüm o yol boyunca nasıl oldu da tek bir adım atmadım!”
Rüyadan uyandığımız an bizi bekleyen hayret ve korkunç yanılsamanın altında kalınca yaşanan sarsıntı, ihtiyacımız olan hakikatlere yaklaşmamıza da engel olur. Böylece Allah’ın sınırlarına da tepkisel bir tutum sergilemeye başlarız. Tüm bu sancı bizatihî seçimlerimiz sebebiyle olsa da Allah’ı suçlamak kolaydır. Öyle ki darmadağın olmuş aklın ipleri başka başka yönlere iyice savrulmuşken, kalbin doğru çalışması artık mümkün değildir. Tam bu noktada ibadetler gevşer, şüpheler artar, farzlardan tavizler verilir, hatta din terk edilir. Bütün bunları bize yapan gerçekten din midir? Bizi zora sokan sancılandıran Allah’ın sınırları mıdır, yoksa hiçbir ölçü gözetmeden içimizde yükselen her sesin peşinden gitmekle yorulan benliğimiz, irade üzerinde de tahakküm sağlayamayan hâle mi gelmiştir?
Sakince gerçeğin ne olduğunu bir düşünelim. Yolun en başını yeniden tahayyül edelim. Eğer her sese kulak kabartmasak, her davete meyletmesek, durmayı bilsek ve Allah’ın hududunu en başından dinlesek; hislerimiz yine böyle perişan ve aciz kalır mı?
Görüyoruz ki akıl ve kalp, birbirinden ayrı olmak şöyle dursun daima paralel hareket eden, iç içe geçmiş kaideler. Öyle ki irade yönetimimiz ve seçimlerimiz ikisinin süzgecinden geçmeden bize ulaşmıyor. Berrak bir yol elde etmek içinse aklın iplerini elde tutmaya, onu bağlamaya ve yönetmeye muhtacız. Çünkü ancak böylelikle hislerimiz perişanlık değil, derinlik ve yumuşaklık sebebi olur. Allah-u Teala kalbi yok etmemizi, sertleşmemizi, ona sağır kesilmemizi, değil onu doğru kullanmamızı murad etmiştir. Böylelikle hem kendimize hem âleme hem de bütün varlığın yegane sahibine hakikatli bir yerden bakmak mümkün olsun. Zaten ruhun hastalanması dediğimiz, akıl ve kalp arasında oluşan boşluktan savrulmaktan başka nedir ki?
Bütün bunlar çıkılmış bir zirveden kahramanlık öğretisi vermek değil. Tırmandığımız yokuşta samimiyetle uzanan bir el belki. Oraya hangimiz varır, bilinmez. Derdimiz, kimseye engel olmadan, birbirimizi destekleyerek, şeytanı sevindirmeden devam edebilemek. Çünkü niceleri vardır ki yürüdüğü yol onu geriye çekmekten başkasını sunmaz. Niceleri de vardır ki insanlar nazarında geride kalmış gözükse de yokuşu çoktan aşıp geçmiştir. Derdimiz, yer bildirimi değil, savrulup gitmemektir. Gülmeler, anlık arzular saadete yetseydi, içimizdeki sıra dağlar, sarp yokuşlar, derin kuyular anlamı böylesine aramazdı.
Savrulmuş fikirlerin, parlayan anlık hâlleriyle gönlün kabarmasın. İnsan ölünce dahi derlenip toparlanmadan gömülemiyor.
Var düşün, yaşarken içinin dağınıklığı fayda verir mi?
Baş döndüren değil de.. başını huzurla yastığa koyduran yol, zorlu da olsa yeğ değil mi? Seçtiğin, hakikaten, iyisi mi? Kolay dediğin, kabirde de kolay olan mı?
“Onlar, Kur’ân-ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa, kalblerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)
Ağlaya ağlaya okudum. Savrulmaların içinde olan benliğimle.
şifâlar dilerimm.