Sabah kapıyı açınca ürkmüş bir kediyle karşılaştım. Önceden evde yaşadığı, vaktiyle kalıplanmış cüssesinin şimdilerde yorgunluk sebebi olduğu besbelli.. Şişkin yüzü yorgun, sol gözü küçülmüş ve altı hafif kırmızı. Yıpranmış ahşap çiçekliğin altında kendisini top etmişti ki beni fark etti. Bir süre bakıştık. Kabarmış kirli tüylerinden üşüdüğü belliydi. Içeriye alsam, diye düşündüm bir an; sonra bu hamleme karşın annemin kediyle beraber beni de dışarı göndereceğini hatırladım. Ne bencil şu insanoğlu, nasıl da vazgeçti hemen işin içine kendi rahatı girince. Fakat mutlaka vicdanını rahatlamanın da bir yolunu bulur, gece kendisine şöyle demek için: Sonuçta hiçbir şey yapmamış değilim!
Çorbayı mı ısıtsam daha iyi olur, hava soğuk sıcak sıcak içmek iyi gelir sanki, diye düşündüm. Peyniri de çok severler üstelik kimisi açlıktan ölse yine çorba içmez! Suçlayabilir miyiz? İnsan mesela, sevgi açlığı içindeyse, kalbine almaya değmeyecek birini kabul etmeli mi? Sırf aç diye. Olur mu öyle şey Allasen! Nasıl ki mideye oruç var, kalbe de olur. Her önümüze geleni yiyemeyeceğimiz gibi her karşılaştığımız insanı da sevemeyiz. Kabahat mi? Kim neyi reddetse şımarıklık diye okuruz ezberden. Halbuki, bazen sadece insanın içi almaz.
E kedinin yok mu böyle bir hakkı? Ama ne deriz, aç olsa yer! Öyleyse her kişi ile ömür geçer, diyelim? Aman aman aman… İnsan, ne çok düşünmeden konuşabiliyor şu âlem içinde.. Oysa ne desek ne sussak yazan iki kâtip var omuzumuzda. Işte aklım, kalbim ve iki kâtip bu kediye ne yapmalı, diye düşündük. Sonunda dolaptan peynir kutusunu çıkardım bir parça peynir koydum kapının önüne, yiyecek mi? Yerse kalanı da koyacağım yoksa yerde durmasın nimet. Ben bekliyorum o bekliyor ben bekliyorum o bekliyor. Anladım, orada durursam yemeyecek, gitmiş gibi yaptım. Kenara çekildim, usulca peynire yaklaştı ve saklandığımı zannettiğim köşeye gözlerini dikti. Seni görüyorum, dedi. Biraz daha saklanamamayı elime yüzüme bulaştırdıktan sonra “Tamam tamam!” dedim, “Gidiyorum.” Yarım saat sonra yeniden kapıyı açıp baktım, kedi ve peynir yok. Demek ki yemiş, dedim kendime; keşke bütün kabı bıraksaydım.. Açlığını denedim onun, yiyip yemeyeceğini kanıtlasın istedim. Peyniri tümüyle koyup seçmeyi ona bırakmadım. Yersen, gerisini de verebilirim, dedim. Şart koşmayı acaba kaç yaşında öğreniyoruz?
İçimi tuhaf bir hüzün ve bulantı kapladı. Tam kapıyı kapatacaktım ki mahallenin ali kıran başka kesen kedisini gördüm bana bakıyor. ”Yahu aga! Sen bi’ beni yemedin şu mahallede!” diye içimden geçirirken, diğer ses cevap verdi: İllâ açlıktan ölene mi vereceksin nimeti? Peynir kabını ortaya bıraktım, yeni bakışma seansı başlamış oldu böylece. Yeniden saklandığımı zannettiğim yerime geçtim. Dimdik bakmaya devam etti, yaklaşmadı bile, demek daha tecrübeli.. ”Tamam tamam!” dedim.
Gidiyorum.