Bismillahirrahmanirrahim.
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm peygamberimiz aleyhisselatu vesselama, ashabına, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin üzerinedir. Rabbimden, beni aradan çıkarıp kelimelerini bütün duruluğu ile aktarmasını niyaz ederim. Nefsimin sebep olduğu boş ve yanlış işlerin bereketsizliğini faydalı, işlerimde görmekten Allah’ın büyüklüğüne ve rahmetine sığınırım.
-İbadetlerdeki tatsızlığı ve zorunlulukla değil muhabbetle ibadet edebilmenin yollarını konuşmadan önce, Tasını Çeşmenin Altına Koy ve Pazarlanan Mutluluk başlıklı metinleri okumanızı sonra bu metine geçmenizi rica ediyorum. Aksi hâlde havada kalan bölümler olacaktır.
Duygular, insanın davranışlarını doğrudan etkileyen unsurlardır. Davranış dediğimiz ise yaşamın içindeki eylemler bütünüdür. Sadece zorunda olduğumuz için meşgul olduğumuz işle vakit geçmek bilmezken, muhabbetle yöneldiğimiz ne varsa saate bakmayı unutturur. Demek ki kalp, hayatın geri kalanındaki işleyişi belirler. Kalbimize ise anne karnından hatta kâl-u belâdan beri ekip dururuz. Ektiğimiz tohumlar, zehirli ise köklenerek bütün bünyemizi zehirler. Fıtrata uygun besinleri alan kalp ise bereketli bir tarlaya dönüşür; hem ekin verir hem özü kıymetlidir. Uçan kuşa, üzerine düşen yaprağa, gezinen ayağa faydası vardır. Bütün bunları konuşabilmemize sebep, yaratılmış olmaktır. Var olduk, kalbimiz aklımız var oldu, fikirler ve duygular hâsıl oldu. Böylece düşündük, sevdik, korktuk, kızdık, seçtik, yanıldık, ders aldık, belki de alamadık. Fakat yürüdük bu yolu ve dahi yürümekteyiz. Eğer yaratılmamış olsaydık bütün bu süreçler ve beraberinde gelen sorular, kazanımlar, hayretler, zorluk ve kolaylıklar olmayacaktı.
Peki, kendi kendisine yetebilen ve hiçbir varlığa ihtiyaç duymayan Allahu Teala bizi neden yarattı? Soruyu özelleştirelim, beni ve seni neden yarattı? İnsanları ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yaratmayı diledi ve yarattı, doğru. Fakat seni bir insan olarak yaratmayabilirdi. Neden ‘sen’ buradasın? Allah kimi, neden var eder?
İnsan, bir şeyi sever, sonra onu hayatına alır. Bu bir eşya olur, hedef veya insan olabilir. Ne olursa olsun, insan görür fark eder, sonrasında sever, o şeyi hayatına dahil etmek ister. Allahu Teala ise yokluğa rahmet ettiğinde varlık hâsıl olur. Bu şu demektir: Seni; ailen, dostların, eşrâfın var olduğun için sever. Allah ise yokluğuna rahmetle baktı, henüz sen yokken sana muhabbet etti ve böylece yarattı. Yani, Allah insanı yokluğundayken sevmeye başlar; bu sebeple var eder. O, seni ilk sevendir.
Sevmekten bahsedince sevgiyi ve muhabbeti biraz daha açmamız gerekecek.
Sevgi, varlık ağacının tohumudur.
Bulunduğu yer ise kalptir. Allahu Teala sonsuzluğun sahibidir, sonlu olan insanın O’nu idrak etmesi mümkün değildir. Ancak, insanda bir duygu vardır ki sonsuzdur, nedir o? Sevgi. Allah’ın kalbimize sevgiyi koyması boşuna değil. Sonsuz olan Allah’a ancak sonsuz bir duyguyla, sevgiyle ulaşılabilir. Onu bu dünyada tahayyül etmek mümkün olmayabilir; ancak kalp, sevilen varlığın büyüklüğü ölçüsünde genişler, büyür; yaratılışı böyledir. Hâliyle Allah sevgisi ile dolan kalp, büyür taşar, artık aşacağı yollar gözün gördüğünden fazlasıdır. Öyle geniş bir görme biçimi kazanır ki bu sevgiyle, maddeyi aşar mânâya varır. Artık ortaya koyacağı işler, yerine getireceği farzlar, sakınması gereken sınırlar; şikayet ve üşenme değil, muhabbet sebebidir. Sevgi, aradaki mesafeleri kaldırır, zoru kolay eder, karanlığı nur.
Aklı baştan alan sevgi, sevgi değil tutkudur. Gerçek sevgi sevdiğinde yok olmak değil, onda hayat bulmaktır. Tutku, zehirli sevgidir. Bu da iki kişilik yalnızlıktır. Kalbe sekînet ve sükûnet değil, yük olur. Oysa gerçek sevgi, gönlü miraca çıkaran bir çift kanat gibidir. Sevgi azâd eder, tutku tutuklar. Bildiğim bir şey var: Allah aşkını en üst düzeyde yaşayan Rasulullah (s.a.v) ve ashabı arasından mecnun ve meczup çıkmamıştır. Sevgi özü gürleştirdiği için insanı özgürleştirir, tutku ise tutuklar ve köleleştirir.
Kalbin sevdikçe genişlediğinden bahsettik. Bununla beraber sevginin çeşitliliği de insana yeni renkler verir. Evlat başka, eş başka bir ağacı başka sever insan. Sevgilerin kaynağı hem aynıdır hem de birbirinden farklı tonları vardır. Öyle yada böyle bütün renkleriyle kalbi zenginleştiren, genişleten, hastalıklara dahi panzehir olabilen, insanı dönüştürüp, iyileştiren; sevdiğimiz bütün varlık ve durumların sahibi Allahu Teala’dır, O, sevgiyi ve sevmeyi yaratandır. Her neyi seviyorsak, bize iyi gelen, bizi mesut eden ne varsa, onun sahibi Allah’tır. Onu ikram eden Allah’tır. Varlık dediğimiz hakikat de sevgiden hâsıl olmuştur. Allah, kulunu, daha yaratmadan evvel sever. Yarattığı kula önce kalbi verir, o kalbe geçirir bütün damarları, kalan bedeni bu kalbin etrafında inşa eder. Adetâ; hayatını düzenleyeceğin merkez işte burası, der bize.
-Sevgiyi yaratanı sevme de böylesine cimrilik etmek, insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük ve Rabbine yaptığı en büyük nankörlük değil midir? Sana sevmeyi vereni sevmiyorsun. Sana sevdiklerini vereni unutuyorsun. El insaf. Buna karşın, O, seni sevmeye devam ediyor. Çünkü O, El- Vedûd olan Allah’tır. Kulu, verdiği sevgiyi bomboş yerlerde israf edip kalbini harcasa da kulunu sevmeye devam eder. Sevgisinin en büyük delili, yaratmış olmasıdır. Seni sevdi ve yarattı. Seni sevdiği için dünyadasın. O, seni herkesten evvel sevdi. Sendeki güzelliği daha sen bile bilmezken bildi. Seni öyle sevdi ki halifem dediği insan sûretini verdi. Sana, kendi katından inen o en yüce kitabı emanet etti. Kendi kelimelerini okuyasın diye sana öğretti. Korktuğunda nefes al diye göğü tavan yaptı, ayakların kaymasın diye topraktan sergiler… Çiçekler koydu sana hoş koksun diye, ağaçlardan gölgelikler, sırf sen dinlen diye.
En sevdiğin meyveleri, tat diye dilini, en sevdiklerini gör diye gözlerini, işit diye kulaklarını yarattı. En sevdiğin mevsimi, sen seveceksin diye yarattı. Evet, sırf senin için. Göğün kapılarını açıp melekler gönderdi durmaksızın. Umudu kaybedince yeniden bulasın diye solmuş çiçeklere tomurcuklar kondurdu. Kurumuş topraklardan mahsuller çıkardı, çatlattı tohumları da filizler boy verdi, sen inan diye ölümden sonra dirilişe. O seni öyle seviyor öyle seviyor ki günde 5 kez muhabbet vakti koydu herkesi aradan çıkarıp, sırf seninle bir an olsun diye. Kalbini en kutsal yerin ilan ettiği için ona zarar verecek her şeyi yasakladı sana. Sen iyi ol diye. Kalbine hastalık bulaşmasın diye setler çekti bataklıklarla arana. Sen zannettin ki gitme dediği yerler mis kokulu bahçeler! Değildi, değildi…-
O, kuluna öyle muhabbet besler ki, kulunu yarattığı an, onun adına cennette hemen bir köşk inşa eder. Yani Alla, bütün kullarını cennet için yaratmıştır. Ruhu yaratılan her insanın bir köşkü vardır cennette. Dileyen üzerine yeni mülkler inşa eder, dileyen kendisine cehennem bilete alır inat ede ede. Hâliyle köşküne başkaları varis olur..
- Zuhruf Sûresi, 72. ayet: İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur.
- Zümer Sûresş, 74. ayet: Onlar şöyle derler: “Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi cennetten dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükâfatı ne güzelmiş!”
Miras, başka bir insandan kalan mal vb varlıktır. Vâris, kendisine miras kalan kişiye verilen isimdir. Burada, cennetliklerin sadece ”sahip” değil ”varis” de olduğunu okuyoruz. Yani, cennettekiler, kendi kazandıkları ve Allah’ın ikram ettikleri dışında, bir de kendilerini vâris olarak buldukları köşkleri konuşuyorlar aralarında. İşte bu köşkler, kendilerine yaratılmış olmasına rağmen onları tercih etmeyip, Müslümanca yaşayıp imanla ölmeyip, cennete gelemeyen ve gelemeyecek olan insanların köşkleridir. Bu köşkleri, o insanların ruhuyla beraber onlara ikram edilmek üzere yaratılmasına rağmen, insanlar cenneti değil şeytan ve nefsinin kötü buyruklarına uymayı tercih ettikleri için kaybetmişlerdir. Demek ki Allahu Teala her yarattığı insanın cennet ehli olmasını murad etmiştir. Her kulunu buna ulaşacak donanımda yaratmıştır. Her bir insanın bu şerefe layık olduğunu göstermiştir.
Ancak insan; dilerse meleklerden üstün olur, dilerse hayvanlardan aşağı. Bunun tercihini yine kuluna bırakmıştır. O, insanı ne zorla cennete koyar ne de zorla cehenneme sokar. İki yere de insan kendi ayaklarıyla varır. Çünkü O, yarattığı varlığa öylesine derin bir saygı duyar ki kulu ne seçerse seçsin, seçtiği yola müsaade eder. Hayat boyu ona hayırlı yolları hatırlatır. Yaratılış fıtratına İslam’ı yerleştirir. Ancak günahta ısrar edeni de tercihiyle baş başa bırakır. O, kimsenin elinden emziğini çekmez. Çünkü insanı melekten üstün konuma getiren, kötüyü şeçebilme yönüne rağmen iyiyi tercih edip burada sebat etmek için gösterdiği gayretidir. İradeyi kullanmak, sebat göstermek öylesine kutsaldır ki, bu özelliği ile insan, aralıksız zikir ve ibadet hâlinde olan günahsız meleklerden daha kıymetli kılınmıştır. Bütün hatalarına, tökezlemelerine rağmen, insanın Allah katındaki değeri öyle büyüktür ki, iblisi cennetten kovduran hem kendi kibri hem de Allah’ın yarattığı âdeme saygı duymamasıdır. İlk andan beri Allahu Teala nasıl da velisi ve vekili olmuştur insanın. Nasıl da sahip çıkmıştır bütün bucaklarda bize. Kendimize rağmen, O’na yaptığımız nankörlüklere rağmen elini bizden çekmemiştir.
Çünkü O, El-Ekrem olan Allah’tır: Kuluna hak etmese de ikram edendir. Diyelim bir insana her gün selâm veriyorsun ama o selâmını almıyor. Selâm vermeye devam etmek güç olmayabilir. Aynı zaman da o insana hiçbir zarar da vermiyor güler yüz gösteriyorsun. Buna karşılık bir sabah o insan gelip dükkanının camını kırıyor. İyilik hâline, selâmına mukabele de bulunmadığı gibi karşılığında zarar vermeye başlıyor. Bu noktadan sonra iyi kalmak kolay mıdır, zor mu? Bir noktadan sonra alaka sürdürmek dahi mümkün olmayacaktır. İşte, biz her sabah camı kıran kişiyiz. Buna karşılık Allah selâmıne, ihsanına, ikramına devam eden mülk sahibi. Hak etmesek hatta huysuzluk etsek, bunca günaha girsek de bize nefesimizi ikram eden El-Ekrem…
-De ki; bana hiçbir nimet vermedi. Sana aklını, nefesini, kalbini kim verdi? De ki; elimden sevdiğim çok şey alındı. Onları sana başında da ikram eden O değil miydi? Sen burada emanetçiden başkası değilsin. O, sana ne lâzımsa onu verir. Sana ne zarar verecekse onu geri alır. İnsan, Allah’ın niyetinden emin olmayınca kızar O’na. Oysa bilse ve inansa: Rabbim yalnızca iki dünyada da afiyette olmamı ister, diye yürekten inansa, der ki: Aldığına da verdiğine de amennâ! Benden Seni alma yeter ki! Bazen öyle nimetler vardır ki insan onlarla uyuşur kör olur da nimeti vereni anmaz olur. Böylece kalbi katılaşır, ahireti kaybeder. Allahu Teala hiçbir kulunun kaybetmesini istemez. Yalnız, bizim kayıp anlayışımız ile Allah’ın kayıp anlayışı farklı. Allah, bankadaki rakamlarla, tapu senetleri ile değil kalp cevheri ile ilgilenir. Orada ne var? Orası boşsa, kulu eksin diye didinir durur. Tohumlar verir, bazen acı bazen tatlı. Kul, eksin ister, eksin ve toprağı bereketlensin. Meyvelensin, tatlansın. Elinde tırpanla karnına değil, toprağına vursana. Vur da ek tohumları!-
Peki, insan Rabbini böyle bilmezse tanımazsa ne olur? Kulluk dediği tatsız yavan betondan bir boşluğa dönüşür. Ne namazın tadı vardır ne uyguladığı farzın. Sadece emredildiği için yapar. Bu da kıymetlidir. Ama Allah kuluna eziyet etmek istemez, hele ki kulunun kalbine. Bütün bu ibadetleri ona yük olsun diye değil, lezzet alsın diye vermiştir. Çektiği sınırlar, kulunu sıkmak için değil korumak içindir. İnsan bilmezse ne olur, korkar. Bilmediğinden korkarsın, bulanık bir yol, perdeli oda. Kaygı insanı yorar, bıktırır, lezzeti alır. Sadece korku ile ibadet etmek şerbetsiz tatlıyı yemeye benzer. Korku tatlının kıvamını ayarlar, lâzımdır, eğer güzel pişmezse kıyır değil hamur olur tatlı. Korkunun da yeri vardır. Ancak şerbetini dökmediğin tatlıya da tatlı diyemezsin ki! Katur kutur yavan bir şey olur. Şerbeti dök… Sevgi suyunu gezdir kalbine, yumuşasın için. Yumuşasın ki yedikçe yiyesin gelsin. Bu nasıl olacak? Tanıyarak. İnsan, tanımadığını sevemez. Sevmediği ile dostluk edemez. Birbirine bağlı zincirler… Ayıramayız. Tanı, sev, Rabbini dost edin. Lafta değil hakikaten edin. Sıkılınca O’nunla konuş, sevinince çırp ellerini Rabbim diyerek.
Ama bil ki önce arkadaş olunur sonra dost. Emek ister, zaman ister, güven ve sebat ister.
Rasullullah sallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
“Allah Teala diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.” (Buhari)
Peki nasıl olacak bu? Nereden kurulacak dostluğumuz, yolu ne?
Rasullullah sallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer.
Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)
Demek ki sevgili kardeşim, önce niyet edeceğiz: Rabbim kalbime Senin sevgini sevdiklerinin sevgisini ver, sevmediklerini uzaklaştır. Her işin başı sevgiye dönüyor. İnsan, zorbalıkla yapmadığı kolay işlerin karşısında sevdiği için nice zor işi yapmayı göze alır. Hatır için nice zahmetlere girer. Çünkü insanın en kuvvetli yeri kalbi, kalbindeki en büyük duygu ise sevgidir. Kezâ onu muhafaza etmezse zıddı olan kin belirir. Ne de tehlikelidir. Bu bir süreç, önce tanımak ve sevmek için gayret edeceğiz. Yılmadan usanmadan kalbimizdeki en büyük sevgi Allah’ın sevgisi olana dek didineceğiz. Sonra Allah, ibadetleri farzları kalbimize kolay kılacak. Zaten insana sevdiği için yaptığı yük olmaz, lezzet verir ancak buraya gelene kadar ne kadar zaman alırsa alsın yılmadan devam edeceğiz.
Allah’ın kendisini ve sevdiklerini sevebilmemiz için en temel basamak tanımaya başlamaktır. Ayetlerle, hadislerle, sahabeden ve alimlerden gelen eserlerle anlayıp tanıyacağız Rabbimizi. Tanıdıkça şerbetimizin kıvamı güzelleşecek. Tanıdıkça, kalbimiz şerbeti emecek. İşte o zaman, gören göz Allah’ı hatırlayacak bize bakınca. İşte o zaman, neyi kaybedersek kaybedelim Allah’a tutunmak yetecek mutlu olmaya. O’nu tanımanın en güzel yolu ise esmalarını bilmek, esmaları ile ahlaklanmaya gayret etmek, Rasullullah sallahu aleyhi ve sellemi tanımak, yolundan gitmektir. Korkunun sevgi olmadan nufüz etmesi Allah’ı tanımamaktan ileri gelir. Tanıyacağız ama bileceğiz ki bir insanı tanımak dahi iki günde olmuyorken âlemlerin Rabbini tanıyıp bilmek süreç ve emek ister. Boşuna söylememiş erenler: Nefsni bilen kendini bilir, kendini bilen Rabbini bilir. O’nu ve sevdiklerini bilince, sevmediklerini de bilirsin. Sevmedikleri günahlar ve boş ilerdir. Kalbini önce onlardan temizlemen gerektiğini anlayacaksın. Çünkü misafiri pis bir odaya oturtamazsın. Tövbe etmemiş bir kalp ile sevgilerin en yücesine layık olan Rabbini sevemezsin… O hâlde önce tövbe sonra hayırda sebat. Sonra değil, yarın değil, haftaya değil. Şimdi:
Sev, bütün sevgilerin ve sevmelerin sahibini!