Rabbimiz, dünya hayatındaki hâdiseleri muhakeme, yaşadığımız olayları hissedebilme, irademizi kullanabilme ihtiyacımızı gidermek için bizlere aklın yanında çeşitli duygular vermiştir. Bu duygular mizaçlarımıza göre her birimizde farklı biçim ve boyutlarda görülür. Her insanda diğer duygu ve hâllere göre daha baskın olan bir yön vardır. Bununla bağlantılı olarak, duyguları da farklılık gösterir. Kimisinin öfkesini kontrol etmesi güçken, kimisinin haklı olduğu anda bile sesini çıkaramayabilir. Kimine susmak dünyanın en kolay davranışıyken, bir diğeri gereksiz konuşmamak için gecelerce dua edebilir. Davranışlarımız; akıl yapımız ve duygularımızı biçimlendirme şeklimizle doğru orantılıdır. Fikir ve duygular birleşerek dışarıdan görünen davranışlarımızı oluştururlar ki bu pek tabiî bir döngüdür.
İnsana verilmiş olan duygular, yıpranmaya, sömürülmeye ve gelişip daha güçlü hâle getirilmeye müsaittir. Yani ruhun içinde bulunan bu parçaları ister sabırla işleriz, ister ziyân ederiz. Her iki seçeneğe de uygun olan duygular, davranışlarımızın yanı sarı hayata bakış açımızı, beraberinde seçimlerimizi etkiler. Aklımızın reddettiği bir yolu, sadece yoğun duygular sebebiyle tercih edebiliriz. Veya doğru olduğundan emin olduğumuz bir yolu, sadece içimizde oluşan bulantı sebebiyle de reddedebiliriz. Onların neden ve nasıl şekillendiğini ise her zaman mantıklı açıklamalar ile izah edemeyiz. Meselâ küçükken çok üzüldüğümüz bir hadise, akşam yemeğinde kabak yerken gerçekleşmişse, yetişkinlik çağlarında kabak görünce midemiz bulanıyor olabilir. Bunu bir sebebe dayandıramayız, fakat midemize saplanan ağrılar olabildiğince gerçektir. Elimizde somut olarak bulunan tek bilgi kabaktan hoşlanmadığımızdır. Bu duygu, davranışımıza sirayet ederek yememize mâni olur. Elbette burada mesele kabak yemeyince dünyanın sonunun gelecek olması değil. Yine elbette her sevmediğimiz yemeği, durumu illâ bir travmaya bağlamak sağlıklı bir görüş olmaz. Ancak geçmişte tattığımız iyi/kötü kuvvetli duyguların ilerleyen yaşlarımızda bizi ister istemez şekillendirdiği de açıktır.
Demek ki duygular her durumda sebebini fark edip yönetebildiğimiz biçimde değiller. Bununla birlikte onları başı boş bırakırsak, kendimizi uçurumlardan fırlatıyorken özgürlük türküleri söylüyor olabiliriz. Duygular, hem hakikati insana açık edecek kadar kuvvetli unsur hem de hakikate karşı körelmemizde de kullanılan en tehlikeli silahtır. Yani onlar dost da olabilir düşman da. Peki içimizdeki duyguların hangi niyetle bize fısıldadığını nasıl anlarız? Ve yaratılışımızın her aşamasının sahibi olan Allahu Teala, neden kalbimizi böyle tehlikeye açık bırakmıştır?
Bu ve benzeri sorulara geçmeden evvel, duyguların ihtiyaçlar üzerine hâsıl olduğunu ve tükenebilen yapıda bulunduklarını tekrar etmek istiyorum. Örneğin; merak etme duygusunu, yoğun olarak dizi, film izleyerek, başkalarının hayatlarına dair sorular biriktirerek tüketebiliriz. Tümüyle duygu yok olmasa da başka konularda onu aktif hâle getirdiğimizde, gün sonunda yeni bir bilgi edinmeye dair merakımızın olmadığını fark edebiliriz. Çünkü duygu, kullanılmıştır. Yine bir işe girişmeye niyetlendiğimiz de heves ve heyecan duyguları bizi sarar. Eğer o işe dair somut hiçbir adım atmadan sürekli olarak hedeflerimizi anlatmaya kapılırsak, konuştukça tatlı bir haz sarar içimizi. Heyecan ve heves de bu esnada kullanılır. Derken günler geçer, ortada ne iş vardır ne de o işe dair bir istek kalmıştır. O kadar uzun süre üzerine konuşulmuştur ki yapmaya hâl kalmamıştır. Ayrıca bilinç, yanılsamalara çok müsaittir. İşi yapmış gibi bile hissedebilir. Eylemi ortaya koyacak dirayet artık bulunmaz. Çünkü yolda lâzım olan heves ve heyecan tükenmiştir. Sebat, artık daha güçtür. İnsanlar sürekli olarak yapmak istedikleri amelleri ve işleri konuşup sonunda yorgun düşüp başlamadıkları nice iş ve amelden kendilerini emekli ederler.
Duyguları yanlış tüketmek kadar onları doğru tanımamak da tehlikelidir. Mesela; mutluluğun kalıcı olabileceğine inanmak. Böyle bir inanç bizi geçici dünyada sonsuz mutluluğu aramaya iter. Olmayan bir şeyi aradığımız için yolda, mutluluk maskesi takmış batıl fikirler buluruz. Eğer onları benimsersek, farklı yollarla uyuşturulan kalbimizin mutlu olduğuna inanarak hidayet yolcusu zannederiz kendimizi. Halbuki kendisi sonsuz olmayan dünyada, bir duyguyu daimi olarak yaşayabileceğimizi düşünmek akıl kârı değildir. Elbette kalbe sığan her hakikati akıl alacak diye bir şey yok. Ancak Kur’an çerçevesinde akıl ve kalbi de iki ayrı unsur değil birbirini çalıştıran parçalar olarak görürüz. Hâliyle, Kur’an’a göre kalbine sığan, aklına da sığar. Çünkü aklı çalıştıran aslında kalptir. Temiz akıl sahipleri.
Demek ki hem duyguları doğru tanıyacak hem onları doğru yerlerde kullanarak bereketleneceğiz.
Gerçek din size koşulsuz mutluluk pazarlamaz. Onun pazarlanmaya ihtiyacı yoktur, bununla birlikte tümüyle gerçek olduğu için size mistik vaadlerde bulunmaz. Cennet ve cehennem Müslüman için mistik bir dünya değildir. O, aynada gördüğü yüzden daha gerçek, somuttur. Çünkü ayetlerle sabittir. Demek ki Müslümanın bir de gerçeklik algısı olacak. Bu algı, ayet ve hadislerle oluşmuş olacak. Gerçek din sizi kendi ismine değil Rasullulah’ın (s.a.v) sünnetine davet eder. Bugün Kur’an ve sünnete muhalif olan nice grup hakk olduklarını iddia ederek, Allah’ın cennetini vaad ederek, insanları küfre sürüklemekte. İnsanımızın ise buralara kapılmasında en etken husus: Mutluluk arayışı!
Biz İbrâhim’e bu dünyada iyilik verdik; kuşkusuz o, âhirette de sâlihlerden olacaktır.
وَاٰتَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةًۜ وَاِنَّهُ فِي الْاٰخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِح۪ينَۜ / Nahl Sûresi, 122
Rabbimiz Hz. İbrahim’e ”hasene” yani ”iyilik” verdiğini söylüyor. Hasenât, insanın sahip olabileceği her türlü iyilik hâlini kapsar. Oysa Hz. İbrahim hayatı boyunca ağır imtihanlarda geçmiştir. Hatta başka bir ayeti kerime de Rabbimiz şöyle buyurur:
İbrahim gerçekten yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah’a vermiş biri idi. / Hûd Sûresi, 75. ayet
Düşünün, bizim bir insana bağrı yanık dememizle Allah’ın demesi bir midir? Biz, ancak başımıza ve çevremize gelen kederleri bilirken, Rabbimiz Hz. Adem’den bu yana ve bundan sonrasında yaşanacak bütün acılara vâkıftır. İşte, tüm insanlık içinde Allahu Teala Hz. İbrahim’den bahsederken, bağrı yanıktı, diyor. Demek içini yakan ne çok şey oldu. Allah bu şahit oldu ve tasdik etti. Evet, dedi. İbrahim’in hakikaten bağrı yanıktı, içliydi. Yine bu sebeple o hâlimdi, yumuşak huyluydu. Bu böyledir, yanan yumuşar, merhameti artar, elini uzatır dünyanın bütün yaraları için. Hiç kanamayansa, kendisine bir şey isabet etmedikçe rahat uyur. Aklına gelmez, uyuyamayan. Bağrı yanık kuluna ”hasene” verdiğini söylüyor Rabbimiz. Hasenenin içinde mutluluk, iyilik, huzur her şey var. Şüphesiz Allah daima doğru söyleyendir. Peki, sorsak Hz. İbrahim’e, dünya ona sonsuz mutluluk kaynağını mı vermiştir! Yoksa burada kastedilen iyilik, selîm (yani teslim olmuş, kavgası bitmiş, iç huzuru hikmetle elde etmiş bir kalp) ve dünyadaki sabrın karşılığı olan ahiret midir? Sonsuz mutluluk kaynağı, Allahu Teala’ya kavuşmaktır. Bu yüzden cennet ayetlerinde müminlerin nihayet neşeyle birbirine döndükleri anlatılır. Sonsuz mutluluk, ancak sonsuz yaşamın bulunduğu cennette ulaşabilir bize. Sonu olan bu âlemde, cennet meyvesi aramak, akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
Allahu Teala hiçbir peygamberine dünya saadet yurdudur, eğlenin, zevklenin; dememiştir. Çünkü gerçek saadet anlık hazlardan ve keyiften ibaret değildir. Hayatta en çok istediğiniz şey bile size verilse ilk an tattığınız mutluluk ile bir saat sonrası hele bir gün sonrası bir değildir. İnsan, alışır. İyi ki de böyledir, aksi hâlde kesintisiz hâz ve mutluluk insanı sarhoş kılar, zihnini alıklaştırırdı. Uyuşturucu, bu işe yarar. Yorup tüketen sarhoşluğun, sözde mutluluğu… Her an mutlu olma arzusuna ancak uyuşan bir akıl ve kalple ulaşılır, esasen ulaşıldığı zannedilir. Oysa durum bizi hakikatten uzaklaştırırken, bidatlerle aramızdaki bütün mesafeyi kaldırmaktan ibarettir. Oysa Müslüman, gerçek bir hüznü, aldatıcı sarhoşluklara tercih eden kişidir.
Bu demek değildir ki Müslüman sevinmez, mutlu olmaz. Elbette seviniriz, mutlu oluruz. Rasulullah’ın (s.a.v) dişlerini göstererek güldüğü anlar vardır, mutluluktan gözlerinin dolduğu da olmuştur. Ancak, biliriz ki o hüzün peygamberidir. Kendisi, maddi manevi güçlü konuma geldiğinde, ulaşma arzusunda olduğu her ihtiyaçlı için, dine girmeyen her küfür ehli için hüzün içindedir. Çünkü Müslüman, kendi hayatında her şey yolunda olsa da kederli kardeşlerinin hüznünü içinde taşır. Dünyada herkes aynı anda kötülüklerden beri olamayacağına göre, sürekli mutlu olma hâli de mümkün değildir. İman, şüphesiz kalbi ferahlatır. Kargaşalar diner, hele ki hikmet verilirse, kalbine yayılan teslimiyet ile başına ne isabet ederse etsin devrilmez. Üzülse de eminlik içindedir. Huzur, bahşedilen en büyük servettir iman ile. Zaten esas mutluluk, kabulle başlar. İnsanın kendisini, hayatını, başına isabet edenleri olduğu gibi kabul etmesi demek, içindeki kavganın nihayet bulmasıdır. Artık olaylar değil onlar karşısındaki duruşudur ehemmiyetli olan. Allah, onun kalbine böylece bir kalkan indirir. Kuvvetlendirir kulunu şeytanın oyunlarına, kötü hâllere karşı. Böyle bir kalbi nasıl tarif etmişti Allah: bağrı yanık..!
Hayırlı sözü tekrarda hayır vardır. Mümkün olmayan bir duygunun arayışına girmek, bu dünyada aman başım ağrımasın, bana ne isabet etse kalbime dokunmasın arzusuna kapılmak; bizi Allah’a değil şeytanın oyunlarına yaklaştırır. Allah muhafaza imanımızdan dahi eder. Oysa, Allah’a teslim olmak sünnet üzere yaşamak, hayatı doğru okumak ve acısıyla tatlısıyla dünyayı geçiciliğini unutmadan kabullenmek, ulaşacağımız en gerçek saadeti verir bize. Bunun içinse rüyalara, tılsımlara, gizli işlere gerek olmadığı gibi; sünneti reddeden hiçbir kuruluşun itimat edilecek tarafı da yoktur. Bin kere dünyaya gelsek bin kere daha yoktur.
Peki böyle yerlere meyleden insanlar akılsız kimseler midir? Elbette hayır, hatta çoğu durumda kendi aklımdan üstün tuttuğum akılların buralarda kalbini telef ettiğini gördüm. Anladım ki imanın hiçbir garantisi yok, anladım ki ölüm anıma kadar ayaklarımı sabit kılması için Rabbime yalvarmam gerek. Hadise şöyle cereyan ediyor; kişi iman ehli ve kavrayış sahibi biri de olsa, eğer çok sayıp sevdiği birisi batıl gruplaşmalardan birini tavsiye ederse, kişi o grubun ehemmiyetinden ziyade muhatabına derinden itimat ettiği için, tereddüte düşüyor. Burada insanın şunu hatırlaması lâzım, çok sevdiğimiz, iyiliklerine şahitlik ettiğimiz, derinden saygı duyduğumuz o kişi de neticede insandır, beşerdir, hâliyle şaşma payı vardır.
Bizler, bütün fitnelere karşı korunabilmek için önümüze gelen her teklif ve bilgiyi Kur’an ve sünnet süzgecinden geçirmek zorundayız. Elbette normalde Kur’an’ın anlamı ve muhtevasıyla ilgili bilgimiz yoksa, hayatımızda düzenli olarak bir Kur’an akışı yoksa, tehlikeye açık bulunuyoruz demektir. Sıradan günlerimizde aklımızı, ruh ve kalbimizi besleyeceğiz ki zehirli bilgiler yaklaştığı zaman bilincimiz açık olup alarma geçsin. Ancak, nice amel yapıyor olsak bile şuura, ilme sahip değilsek, batıl ile aldatılmamız zannettiğimizden çok daha kolay olur… Düzenli olarak spor yapan insan, herhangi bir sebeple koşmak zorunda kaldığınca bunu kolayca yapabilirken, her yere arabasıyla giden insan merdiven çıksa kesilebilir. İşte, zihin, kalp, ruh da egzersiz ister. Düşünmek, okumak, gelişmek, sorgulamak ister. Kibirle sorular savurmak değil kastımız, ancak insan neyi kabul ettiğini bilecek kadar kullanmalı aklını. Eğer bir kimse bulunduğu hâlden hiç şüphe etmiyor, hiçbir soruya yer vermiyorsa şeytan onu en büyük silahı ile ele geçirmiş demektir: kibir. Buradan sonra hakikati görmek çok daha güç olur. Böyle insanlar için perdelerin kalkmasını, kendimde bulunan yanlışların da düzelmesini Rabbimden diliyorum.
Hamd, âlemleri yaratan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Rasullullah’a ve gelmiş geçmiş tüm peygamberleredir. Son peygamber de Rasul de Hz. Muhammed sallahu aleyhi ve sellemdir. O da mutluluk hikayeleri değil sabır öğütleri vermekle geçirmiştir ömrünü. Ne mutlu O’nun yolundan gidenlere! Ne mutlu, mutluluk sevdası uğruna, hurafelerin peşinde koşmayan yiğitlere! Ne mutlu, Allah’ın düşmanlarına düşmanlık edenlere.