Uzun Hikâye- Mustafa Kutlu
Bulgar göçmeni, eşini hiç ama hiç üzmeyen, ütü yaparken dahi eşine yardım eden, okuma ve yazma aşığı, daktilosunu yanından ayırmayan, her daim güler yüzlü ve pozitif, dürüst ve haksızlığa karşı duruşuyla Sosyalist Ali lakabını almış Bulgar göçmeni Ali’nin yaşam hikâyesini oğlunun anlatımıyla okuyoruz. Sosyalist Ali dedikse sosyalist falan değil. Annesinin kısa geçmişi ise şöyle: Eyüp Sultan’ın belalı ailelerinden birinin kızı olan Münire, ağabeylerinin istediği adamla evlenmek istemeyince olanlar oluyor ve Ali ile Münire’nin Destanı daha doğrusu göçebe hayatı başlıyor. Trenle kaçıp gidiyorlar ama onlar dahi kimse bilmiyor nerede ineceklerini. Ali’nin ağzı iyi laf yapıyor, pişkinlik değil bu, ancak diliyle bir şekilde işleri yoluna koyuyor ve nihayet tren çalışanlarını kafalayıp yardım edecekleri garantisini alınca bir istasyonda ineceklerini sevgili eşi Münire’ye söylüyor. Kullanılmayan bir vagonu kendilerine sıcacık bir yuva haline getiriyorlar ve bir müddet burada kalıyorlar. Daha fazla detay verip okuma ihtiyacı bırakmamak adına hikâyenin muhtevasını burada bırakıyorum.
Hikâye 2 bölümden oluşuyor. Anlatılanlardan sadece Sosyalist Ali’nin hikayesini okumuyoruz. Kamera sık sık açı değiştiriyor, etraftaki insanların hikayelerini de çok fazla detaya inmeden okumuş oluyoruz böylece.
Sade dili, yumuşak betimleme ve tasvirleri, akıcı üslûbu sanki biri yanınıza gelip oturmuş ve size hayatını anlatmaya başlamış gibi hissettiriyor. Kitaptan seçtiğimiz alıntılarla ne demek istediğimizi daha net göstermiş olalım:
”Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu. Babam “İnatsın inat… İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedene çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin. diyordu. Keşke..”
”Annemin lepiska gibi yumuşacık, sarı saçları vardı. En çok o mavi gözlerini özlüyorum. ‘Benim oğlum okuyacak, yüksek bir memur’ olacak der, sonra da göz ucuyla babama bakardı. Sanki anlaşmışlar gibi babam da ona bakar, dudaklarında muzip bir gülümseme: “Hıh… Biz okuduk, bir şey olduk sanki” diye omuz silkerdi. Ne zaman annem aklıma düşse, o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi. Hafızamda birtakım resimler, olaylar, insan yüzleri var. Bölük pörçük cümleler, gülüşmeler, hıçkırıklar. Bunları babama soruyorum. Hiç yüksünmeden, sanki yazdığı bir romandan pasajlar okuyormuş gibi, bütün teferruatı ile anlatıyor. Ve ben yeniden beş altı yaşların pembe-beyaz dünyasına gömülüyorum. Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev…”
”Bilmiyorum. Bilsem de söylemem. Lâkin anneme olan bitimsiz aşkının ömür boyu sürdüğünü, onun bıraktığı boşluğu bir başkasının asla dolduramayacağını adım gibi biliyordum. Evlilik cüzdanından çıkardığı resmini büyütmüş duvara asmıştı . Bilhassa sabahları işe gitmek için evden çıkarken fotoğrafa birkaç kez bakmadan edemezdi. Görenler sanır ki bu bakışma onu üzer, içini gam kasavet basardı. Hayır. Tam tersi. İçi açılır, yüzü ne aydınlık vurur, bir ıslık tutturarak kapıdan çıkardı. Annem sanki babamın içinde şarkı söylüyordu.”
”Savcının kızı Ayla. Mektebin en güzel kızı Ayla. Celal’in elleri titremeye başlar, boncuklar pıtır pencere boşluğuna yuvarlanır, ben nefesimi tutarım, çok gergin bir durum olurdu . Kız ikimizi birden yakmaya ahdetmiş gibi meraklı bir gülümsemeyle bizi süzüp geçerdi. Nihayet köşeyi döner ve kaybolur, Celal’le birlikte zor tut tuğumuz nefesleri boşaltırdık. Birbirimizin yüzüne bir süre bakar ve yeniden Ayla’nın kaybolduğu köşeye dönerdik. Sanki o köşede bir iz, bir koku, bir renk kalmış gibi. Celal uzun zaman kendine gelemez, ipliğe boncuk takamazdı. Neden sonra ben ‘Yahu ağzımız kurudu, bahçeden bir şeyler koparıp da geleyim’ diye bir bahane uydurur kalkardım.”
”Kitabevini açtığımız ilk günler babamla benim için bir heyecanlı dönem oldu. Her gelen müşteriyi ‘acaba ne isteyecek, hangi kitabı alacak’ diye ilgiyle karşılar, elden gelen yakınlığı göstermeye çalışırdık. Zamanla bu heyecan tavsadı. Kimsenin kitaba falan baktığı yoktu. Bizleri yüreklendirmeye çalışan birkaç memur ve öğretmen arada bi’ uğrar, ‘Sabredin iyi olacak, iyi’ deyip giderdi. Benim okumaya alışsınlar diye bazen parasız veya taksitle roman ve hikâye kitapları verdiğim az sayıdaki öğrenciyi saymıyorum. Sipariş verip getirttiğimiz kitaplar raflarda tozlanıyordu. ‘Baba şunları iade edelim bari, her geçen gün zarar’ diyordum; babam sıkıntıdan kısılan gözleri ile rafları tarıyor: ‘Hele dursun, kitapların da bir kaderi vardır’ diye bu tatsız neticeyi kabul etmekte zorlanıyordu. Onca heves ile kurup çattığımız tezgâh paslanmaya durmuştu.
”Keyif falan kalmamıştı bende. Kimim kimsem yoktu. Bir babam vardı, işte o da içeri düşmüştü. Bütün gün müşterisi olmayan bir dükkanda pinekliyordum. Babama inanıyordum tabii. Er geç çıkacaktı. Çıksa ne olacaktı yani. Bir ‘küçük kitapçı’ olarak bu küçük kasabada kendime küçümen bir hayat mi kursam, yoksa kitabevini oluruna terk edip askere mi gitsem diye ufkunda hiçbir şey gözükmeyen istikbalim için zar atarken, kader ‘Şişşşt, ben buradayım’ diyerek zuhur etti.”
”Bu iki kelime boğulmakta olan ruhuma bir hayat öpücüğü kondurmuştu sanki. Baktım küpe çiçeği tomurcuklarını patlatıvermiş. Saka kuşu sevinçle sıçrayıp ötüyor. Ulan kuş sen hep böyle öter miydin be. Fırlayıp dükkânı dört dönmeye başladım. Rafların, tezgâhın tozunu aldım; her yanları silip pırıl pırıl yaptım. Çiçeğe su, kuşa yem verdim. Dükkânın önüne çıktım. Baktım ta uzakta, karşı kaldırımın köşesinde, bankanın önünde bir boyacı çocuk. Bağırdım, elimle kolumla çağırdım. Ağzım sevinç ile kulaklarıma varıyor; gören de cennetten haber gelmiş sanacak. Boyacı geldi. Dışarı bir tabure atıp oturdum. Boya ulan dedim, beni her zaman bu tavda bulamazsın. Kerata ne bilsin elli kuruş yerine yüz elli kuruş vereceğimi.”
Okuyanların ağzında lezzetli bir tat bırakacak olan Uzun Hikâye’nin filmi de çekilip 2012 yılında gösterime girmişti. Sadece izlemek kitaptaki birçok detaydan bizi mahrum eder. Tavsiyemiz önce okunması yönünde. Sonrasında izlemek isteyenlere de şimdiden iyi seyirler dileyelim!
Yazar: Burak Can