Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem yanımda olsaydı, bana tebessüm mü ederdi; yoksa mübarek yüreği mahzun mu olurdu?
Az evvel Osman Nuri Topbaş Hocamızın konuşmasında geçen bu soruyu kendimize sorarak başlayalım, olur mu?
Hayatımın hangi evresinde, kalbimin hangi yokuşundaysam, o noktadaki ayetler, hadisler ve hatıralar bir adım öne çıkıyor içimde. Kaçınılmaz kaide. Allahu Teala ne buyurmuş, Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem benzer bir duygu yaşamış mı? Diğer peygamberler yaşamış mı? Peki, sonra ne yapmışlar?
Konu, zaman, his değişse de çâre hep aynı yere çıkıyor. Ölmeğe. Güzel ölmeğe.
Şöyle ki
Kalbimizi yoran, bulandıran, inciten, sarsan; hayatımızı tepetaklak eden, zorlayan veya siz her nasıl tarif etmek isterseniz, tüm o ‘şeyler’ ölümle beraber gelemiyor ya hani. İşte, ben hep bu gelemeyişe tutunuyorum.
Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabı ile otururken, durup ufka bakar, iç çeker. Ve şöyle der ”Kardeşlerimi çok özlüyorum.” Bunun üzerine sahabe ”Biz buradayız ya ey Allah’ın Rasulü?” derler. Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem ”Sizler benim arkadaşlarımsınız.” der ve ekler ”Kardeşlerim, beni hiç görmeyen, duymayan yine de bana inanan, yolumdan giden kimselerdir. İşte o kardeşlerimi çok özlüyorum.”
Hiç göz göze gelmedik, beraber gülmedik, ağlamadık, yürümedik. Anılar biriktirmedik, tanışmadık. Ancak bizi özledi.
Hiç göz göze gelmedik, beraber gülmedik ama onu okuyunca güldük, beraber ağlamadık ama onu okudukça ağladık, beraber yürümedik ama onu tanıdıkça yolundan yürüdük. Anılar biriktirmedik ama cennette oturup dinlemek için gün saydık, heyecan duyduk. Kalbimiz yerinden çıkacak gibi oldu. Tanışmadık ama onu tanımak için okuduk, dinledik, rüyamız da görsek diye dualar ettik. Onu, çok özledik. Hiç görmeden. Hiç bilmeden. Onunla ilgili her şeyi bilmek için tövbeler ettik. Temiz olmak istedik. Güzel, daha güzel.
”Ashabım yıldızlar gibidir.” dedi. Ashabı tanımak istedik. Tanıdıkça kendimize bakar gibi olduk. Heyecanlandık. Onlar gibiyiz bazen, dedik. Çoğu anda ise aramızda imandan uçurumlar ki savurulup savrulup enaniyetimize vurup durduk.
Rasulullah’ı nasıl anne babamızdan nasıl kendi canımızdan çok sevebiliriz ki, diye düşünür bir yolunu bulamazdım. O zamanlar 19 yaşındaydım. Örtüm yeni. İslam kalbimde yeni. Anlayamazdım, soramazdım da. Nasıl hiç görmediğim birini öyle çok sevebilirim? Tamam saygı duyuyorum ama.. ama nasıl canımdan çok..? Ne zihnimde ne kalbimde bir yere oturmazdı bu sorunun cevabı. Hele onu özlemek? Tuhaf, çok tuhaf gelirdi de utandığım için hiçbirini yüksek sesle diyemezdim.
O zamanlar, Rasulullah’ı tanımanın insanın kalbine neler yapabileceğini bilmiyordum.
O zamanlar, yanımızda, burnumuzun dibindeki insanlarla aramızda mesafeler bulunurken, O’nunla kalp kalbe hissedebileceğimizi bilmiyordum.
O zamanlar, O’na benzedikçe, benzemeye çalıştıkça insan nasıl yumuşar, durulur, nasıl başka biri olur, bilmiyordum.
Öyle bir kalp ki seni annenden babandan hatta senden çok gözeten, seni görmeden tanımadan sana dua eden, senin için endişelenen…
Sonra ölüm ânını çok uzun zaman düşündüm. Düşünsenize, tak diye kapısını çalabiliyorken, vefat ediyor ve artık orada yok. Arkasında namaz kılabiliyorken, bir sabah yok. Sesini duymaya, gülüşünü görmeye alışmışken, yok. Dahası, onu ellerinizle toprağın altına gömüyorsunuz. Subhanallah. Sahabenin payına düşen nur ve de keder ne büyük.
Peki sahabeyi bu denli önemli kılan, nesiller boyu örnek kılan, ayetlere konu olan esas yönleri neydi? Çok düşündüm, sadece bugün değil. Yalnızca kendi aklımla da değil. Okuduğum, dinlediğim, öğrendiğim her yol, beni buraya getirdi. Nereye?
Kardeşliğe.
Onlar, gerçekten kardeş olmuşlardı. Aralarından biri sapacak olsa, nefsine uyup konuşacak olsa diğerleri muhakkak uyandırırdı. Onlar, birbirlerinin başarılarına sevinir, iyi huylarıyla yarışır, aralarında göremeyince hemen kalkıp evine giderlerdi. Nasıl? İyi mi? Bir şey mi oldu? Onlar, sürekli kendi dertlerinin çözümü için değil, ümmet için, Allah için, faydalı bir sonuca varmak için buluşurlardı. Onlar, Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem ”Durun” dediğinde durup ”Yürüyün” dediğinde yürürlerdi. Bizi durduran da yürüten de nefsimiz, değil mi?
Onlar, kafiri düşman edinmişlerdi. Kardeşlerinin kusurlarını bilir, onları açık etmez, iyi huylarının kıymetini bilirlerdi. Onlar, insandı. Bazen onlar da anlaşamaz tartışır, kızar, kırılır, kırarlardı. Ancak sarıldıktan sonra eskisinden daha kuvvetli daha diri bir kardeşlikle devam ederlerdi.
Hepimiz, sorunun diğerinde olduğuna, kendimizin çabalayan ve iyi taraf olduğuna daima eminiz.
Onlar, kendi iyiliklerinden bir türlü emin olamıyorlardı. Tereddüt içindeydiler. Üstelik iyilikleri tasdik edilmiş, içlerinden cennetle müjdelenenler vardı. Bizim son nefeste hangi hâl üzere öleceğimiz dahi belirsizken nasıl mağruruz, nasıl meşgul ve haklı. Daima.. ama daima…
Rasulullah’ı çok özlüyorum. Sallahu aleyhi ve sellem. Ancak yalnızca onu değil, onun arkadaşlarını, arkadaşlarıyla arasındaki hukuku da özlüyorum. İki kürek bulunur, daima. Tek kolu çekmekle yol alamayız. Bize diğer kol sorulmayacak.
Kendi küreğimizi çektiğimizden emin miyiz?