”Gelin gül ile başlayalım, atalara uyarak
Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine”
Gerçek olamayacağını düşündüğümüz, alışılmışları aşan güzel yüzler vardır. Güneş leke bırakmamış, sivilceler hiç uğramamış, üzerinden usulca bir su akıp durur. Pürüzsüz ve ışıldayan bir cilt görünce etkilenmemek mümkün mü? Porselen bebek gibi, deriz. Dönüp dönüp yeniden bakmak isteriz.
Zevkimize göre döşenmiş ferah bir ev, hoş kokulu bahçeler, sıcak bir kahve; daha ne olsun? Bazen filmlerde bazen ziyaretlerimizde gördüğümüz evler bizi mest edebilir. Şu lamba da tam bize göre! Perdeler, halı ve mutfak. Nasıl derler.. göz kamaştırıyor..
-Peki ya ışığı loş ve kısık seviyorsam? Çok ışık gözlerimi yoruyorsa.
Uzay mekiğini andıran havalı arabaların zevkli olduğunu kim inkâr edebilir, konfor bizi içene doğru çeken usul bir sudur; tabii başlangıçta. Yeterince içine gömüldüğümüz anda canımızı acıtmaktan çekinmez. Evet, arabalar da güzeldir, gemiler, uçaklar ve nicesi. Nasıl derler: Yaşıyorlar bu hayatı!
-Peki ya dünyada cenneti imar etmek üzere geldiğimizi hatırladıkça, buradaki her malın oraya yatırım olması gerektiğini düşünüyorsam. Bu hayatı yaşamaktan anladığım, ona kapılmama üzerine kuruluysa. En azından gayretim bu yoldaysa. Hâlâ baş döndürücü müdür dolgun saçlar?
Rüya gibi bir düğün! Balayı mutlaka Kapadokya. Elbiseler, pijamalar, ayakkabı ve çanta hiç kullanılmamış olmalı. Sıfırdan düzülmüş bir dolap, daha evvel serilmiş halının burada işi ne! Kuaför makyaj mesailer ve fişler. Elbette hepsi olacak, e bir kere oluyor. Kim bilir, bir kere midir, birincisi mi? Velevki bir kere olsun, açıklanmaya muhtaç olan her harcama bu cümle ile bertaraf edilebilir mi? Ederiz.
Ceketi çok havalı, araba ve ev anahtarı cebinde. Bankada birikmiş binler, işte yürüyor devirerek dağları.. Karşıdan başka bir dağ geliyor. Linkler yukarı kaydırıla kaydırıla patinaj yapmış eller gün gelmiş soğan doğrayacak. Gözler ve yüz çok güzel, hele zevki. Kim her gün böyle birini görmek istemez ki?
Derken gezelim ve biraz daha. Durduğumuz anlarda sadece diğer rotaları düşünelim. Hayatımızın anlam rotası ve kulluk serüvenimiz nereye savrulmuş, şimdi bu sorunun yeri değil. O emekliliği bekleyebilir. Bu koltukların modası geçti, şu ayakkabılar geçen sezondan; hepsinden kurtulmalı. Kurtuldukça büyüyen bir tutsaklık, bilim kurgu filmlerine benziyor. Fakat hiç seyirci yok, burada hepimiz oyuncu. Tamam da ne konuşacak ne susacak birlikte bu iki insan? Derseniz ki sana ne, haklısınız ,derim ve de hiç karışmam.
Ama, dedim; haddimi aşmayacaksam.. Evler değişir, eşya ve sûretler değişir. Güzel yüz çöker, çok paralar biter, bir şey olur ve insan malını, işini, bedenini kaybeder. Geriye ruh ve kalp kalır. Oradaki bahçeler ekilmemişse, önü dünyayla çevrelenmişse, hırs ve zevkten ibaretse ve duymuyorsa kimse kendi sesini bu varlık mıdır?
Her an kaybedilmeye hazır olan madde yığınlarına güvenerek yola çıkabilir miyiz? Sizi bilmem ama ben çıkamam. Böyle yürürüm kenardan kenardan. Çünkü sormadan edemem: Mânâ ve ruh nerede? Burnumuza dolmak için bekleyen hanımeli ve yasemin değil ki basit bir mesele.. Bir kediye su vermek, kuşlara gülümsemek düşük bütçeli yaz dizilerinin konsepti değil; kalp sahibi olmaktır.
Kalbimizle olmaktır.
Sonra, dedim usulca; insan kendisine sormalı; ben neyi severim bu hayatta ve kimim? Sevdiklerimiz sadece kendi zevklerimiz üzerine kurulu listelerden, sepete doldurduklarımızdan, yiyip içtiklerimizden, gezmekten yani tümüyle maddeden ibaretse.. burada bir sorun yok mu? Büyük felsefi cevaplar değil peşinde olduğum. Sadece, insanı meleklerden üstün kılan kabiliyet öğrenmekken oturup bir tek nelerden haz duyacağımızı mı öğrendik? Düşünmek, zihni zorlamak, vadiler aşmak, öğrendikçe taptaze ufuklar edinmek kredi kartına taksitle satın alınabilecek türden zenginlikler değil. Bir cümlenin altını çizmek, tabiatla, tarihle tefekkür etmek; bir istişare için, bir ağacı görmek, bir gülüşe sebep olmak için yola çıkmak nasıl da azizdir.. Bir ay maaşı olup bir ay olmayan adam ve her zaman evde durmak istemeyecek olan hanım bizi korkutur da arada bir düşünen, namazı sebatla kılmayan, okumayan korkutmaz. Kızmaktan evvel hayretler denizinde yüzüyorum yıllardır, suyun sonu gelecek gibi değil.
Yine de yalnız yüzmediğime inanıyorum. Mutlaka bu okyanusta başka yüzenler de var.
Suyun içinde hayretimiz bunlarla sınırlı kalmıyor. Kalabalıklara büyüyen sorular da artıyor böylece.
Her hafta avm’ye gitmekten usanmayan insanlar neden hiç kabirleri ziyaret etmezler? Ölümden ölüme uğradığımız o yerler dünya hayatımızdaki en uzun durağımız olmayacak mı? Sadece akranlarımızla keyifli sohbetler ederken, pencere önünde selâma hasret bekleyen hastalar ve yaşlılar gelecek günlerimizden el sallamıyor mu bize? Geleceğimize misafir olmak mümkün, ihtiyarların sohbetleriyle.. Geçmişimize dönmek de mümkün, çocukların yüreğine girmekle. Bu ikisi bizi anı yaşamaktan alı koymaz, aksine bugünümüzü daha anlamlı hâle getirir.
İnternet kesildiğinde duracak bir hayat mı bizimkisi? Arkadaşlar olmayınca bomboş kalan günler mi? Gecenin üçünde kimiz, sabaha karşı ve bir sokakta yalnız yürürken. İçimizdeki anlam daima dışımızdakilere mi bağımlı? Hep birlikte koşmak da güzel ama kimse gelmediğinde de çaldığımız kapılar var mı? Herkes otursa da yürümekten vazgeçmeyeceğimiz bir yol edindik mi?
Tekrar ettim; eşyalar eskir, evler değişir, sûret ve bedenler değişir. Ruh ve mânâ kalır bize.
Her şey değişip yittiğinde kalacak olan, bugün nerede?