Cuma günü salât ü selâm ile meşgul olmak, çok fazîletli bir ibadettir.
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât ü selâm getirendir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Vitir, 21/484)
“Kim kabrimin yanında bana salât ederse ben onu işitirim. Kim de uzaktan salât ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhakî, Şuab, II, 215)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu hususta şöyle demiştir:
“Her kim cuma günü Peygamberimiz’e yüz kere salevât getirirse kıyâmet günü mahşer yerine yüzü çok güzel ve nurlu olarak gelir. İnsanlar gıptayla, «Bu zât acaba hangi ameli işliyordu?» diye birbirlerine sorarlar.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 212)
Hz. Peygambere (s.a.s.) en kısa şekilde, “Allahümme salli alâ Muhammed” veya “Sallallahü aleyhi ve sellem” ya da “Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve bârik ve sellim” diye salât-u selam getirilir.
Beşinci Hadis
BİD’AT REDDEDİLİR
Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz Resûlullah’ın ( s.a.v ) şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Kim, şu işimizde (dinimizde) olmayan yeni bir şey uydurursa o reddedilir, kabul edilmez .
“Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Müslim’in bir rivayeti şöyledir: “Kim dinimizde olmayan bir ameli işlerse o reddedilir.”
Hadis, İslâm’ın esasları arasında önemli bir yer tutar. Nasıl ki “Ameller niyetlere göredir” hadisi, amellerin iç âlemle ilgili (bâtıni olarak değerlendirilmesinde bir kıstas ise, bu hadis-i şerif de bütün amellerin zâhirini (dış görünüşünü) değerlendirmede kesin bir ölçü yerindedir.
Nasıl ki, Allah Teâlâ’nın rızâsını gözetmeyen bir amel sahibi hiçbir sevap kazanamıyorsa, aynı şekilde Allah ve Resûlü’nün belirlediği biçimde yapılmayan her amel de sahibinin suratına çalınır, kabul edilmez. Allah ve Resûlü’nün izin vermediği, yetkisini ondan almayan her yenilik din adına hiçbir değer ifade etmez.
İrbâz b. Sâriye’den (r.a) rivayet edilen hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Benden sonra yaşayanlarınız ileride çok ihtilaflâr görecekler. O zaman siz benim sünnetime ve benden sonra doğru yolu gösterecek olan raşid halifelerimin sünnetine uyunuz, o yola bütün gücünüzle sarılın. Sonradan çıkarılan işlerden (uydurulan bid’atlardan) uzak durun. Zira uydurulan her yenilik bid’at ve her bid’at sapıklıktır.’’
Resûl-i Ekrem (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur:
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabı ve yolların en hayırlısı Muhammed’in (s.a.v) yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan uydurulanlarıdır (bid’atlardır).’’
Biz burada şâri’in (Allah ve Resûlü’nün) emrine uygun olmayan ve bu sebeple kabul edilmeyip reddedilen ameller üzerinde duracağız.
‘’Dine Uymayan İşler Reddedilir’’
Bu hadis-i şerifteki sözler açıkça şu hususu ortaya koymaktadır: Şârî’in (Din ve hukukun menşe anlamında kaynağını, hüküm koyma yetkisinin asıl sahibini belirtmek için kullanılan fıkıh usulü terimi) emrine uymayan bir iş kabul edilmez, reddedilir. Dolayısıyla, emrine uyan amellerin reddedilmeyip kabul edileceği anlaşılmış oluyor. Hadiste geçen emirden kastedilen, “Kim şu emrimizde olmayan bir şey uydurursa…” hadisinde de geçtiği gibi Allah’ın dini ve şeriatıdır. Buna göre mâna şöyle olmaktadır: Kim, şeriat (din) tarafından belirlenmeyen, onun dışına çıkan bir amel işlerse o amel kabul edilmez, reddedilir.
“Dinimize uygun olmayan…” lafzı, bir amel işleyen kişinin o amelini mutlaka şeriat ahkâmına uygun olarak yapması gerektiğine işaret eder. Yani kişinin neleri yapıp neleri yapmayacağına şeriat hükmeder. Netice olarak, kimin yaptığı iş şeriatın ahkâmına uygun düşerse kabul edilir, kimin yaptığı iş de şeriatın dışına çıkarsa reddedilir.
Ameller ibadet ve muâmelât (fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını) olarak iki kısma ayrılır:
Herhangi bir ibadet Allah ve Resûlü’nün hükmünün tam olarak dışına çıkarsa, o amel sahibinin yüzüne çarpılır. O amelin sahibi şu âyetin hükmüne girer.
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?” Şûrâ 42/41
Kim Allah ve Resûlü’nün Allah Teâlâ için kurbet (Allah’a ibadet ve yakınlaşma vesilesi) kılmadığı bir amel ile ibadet etmeye kalkışırsa, onun ameli geçersizdir ve reddedilir. Böyle yapanların durumu, Beytullah’ta ıslık çalarak ve alkış yaparak Allah için namaz kıldıklarını zannedenlerin durumuna benzer. Semâ ve raks ile eğlenerek ibadet yapanların, ihram dışında başlarını açanların, Allah ve Resûlü’nün ibadet olarak belirlemediği sonradan çıkarılan buna benzer amellerin hepsinin durumu da aynıdır.
İbadet Kulu Allah’a Yaklaştırır, Bid’at Uzaklaştırır
Allah Teâlâ için kurbet (yakınlık vesilesi) olmayan bir ibadet, mutlak mânada başkalarına kurbet olur. Resûl-i Ekrem (s.a.v), bir kişinin güneşin altında ayakta dikili olarak durduğunu görünce bunun sebebini sordu. O kişi, hiç oturmadan ve hiç gölgelenmeden oruç tutmayı adadığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) ona; oturmasını, gölgelenmesini ve orucunu da tamamlamasını emretti. -Buharî
Bu sözleri ile Resûl-i Ekrem (s.a.v), ayakta dikili durmak ve güneşin altında kalma adağının Allah Teâlâ’ya kurbet ifade etmediğini, bu sebeple yerine getirilmesi gerekmediğini açıklamış oldu. Bu konuda gelen diğer bir rivayet ise şöyledir:
“Resûlullah’ı (s.a.v) cuma günü minberde hutbe okurken dinleyen bir kişi, Hz. Peygamber’in okuduğu hutbeye bir saygı ifadesi olarak, Resûl-i Ekrem (s.a.v) hutbesini bitirinceye kadar ayakta durmayı ve gölgelenmemeyi adadı. Resûlullah bu adağın bir kurbet olmadığına, dolayısıyla yerine getirilmesinin gerekmediğine hükmetti. -Taberânî
Halbuki yukarıda adanan, ayakta durmak ve güneşin altında bulunma amelleri başka yerlerde kurbettir, yani Allah Teâlâ’ya bir yakınlık vesilesidir. Ayakta dikilmek (kıyam) namazda, ezanda ve Arafat’ta dua esnasında kurbettir. İhramlı kişinin de güneşte durması bir kurbet sayılır. Bu husus şunu açıkça ortaya koymaktadır: Bir yerde kurbet olan bir amel her yerde kurbet olmaz; neyin nerede kurbet olacağına şeriat (din) karar verir. Bizlere düşen de bu hükümlere uymaktır. Bayram günü oruç tutmak veya yasaklanmış bir vakitte namaz kılmak gibi yasak vakitlerde ibadet yapmak da böyledir, kurbet sayılmaz.
Meşru Amellere Yapılan ilâveler
Fakat bir kimse, aslında meşru (şeriata uygun) bir ameli işler ve sonra ona meşru olmayan (şeriata uymayan) bir ameli katarsa veya meşru olan bir ameli ihlâl ederse; bu durumda yapılan ihlâl derecesinde veya kattığı amel nisbetinde şeriata aykırı duruma düşer. Acaba böyle yapan bir kişinin ameli temelden reddedilir mi reddedilmez mi? Bu soruya, tam olarak reddedilir veya tam olarak kabul edilir şeklinde cevap verilemez. Bu durumda kişinin ameline bakılır; eğer yapılan ihlâl, dinî bakımdan amelin geçersiz olmasını gerektiren bir paçası veya şartlarından biri ise bu durumda amel tamamen reddedilir.
Gücü yettiği halde taharet şartına uymayan, rükû ve secdeleri ta’dil-i erkâna göre yapmayan kişinin durumu böyledir. Bu durumda yapılan amel farz ise iadesi gerekir. Fakat yapılan ihlâl amelin geçersiz olmasını gerektirmeyen türden ise, bu kişinin ameli için kökten reddedilir denilemez, eksik olduğu söylenebilir. Farz namazlarda cemaati gerekli görüp farz saymayanlara göre cemaatle namazı terkedenlerin durumu böyledir. Meşru bir amele meşru olmayan bir ilâve yapılırsa yapılan ilâve reddedilir. Yani ilâve ettiği fazlalık kendisi için bir kurbet olmadığı gibi onun için bir sevap da alamaz. Fakat bazı ilâveler sadece ilâve edilen kısmı değil ameli kökten iptal eder. Namaza kasten bir rek’at ilâve etmek gibi. Bazen de fazlalık iptal edilir, ancak amel kökten reddedilmez. Abdest alırken uzuvları dörder defa yıkamak, gündüzle birlikte geceyi de oruçlu geçirmek, iki gün ara vermeden oruç tutmak gibi.
Namaz kılarken avret yerlerini haram kılınmış bir elbise ile örtmek, gasp edilmiş su ile abdest almak, gasp edilmiş toprak parçasında namaz kılmak gibi, ibadetlerde yerine getirilmesi gerekli bazı emirleri yasak (haram) kılınan şeylerle değiştirilmesi durumunda; amelin kökten reddedilip reddedilmediği ve farz olan amelin zimmetinden düşüp düşmediği konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. F
ukahanın çoğunluğuna göre, böyle bir amel kökten reddedilmez. Abdurrahman b. Mehdi, kendilerine Şemeriyye denilen ve Ebû Şemrin ashabından olan kelâmcılardan bir gruptan şu görüşü nakleder: “Kim, içinde bir dirhem haram para bulunan bir elbise ile namaz kılarsa o namazın iade edilmesi gerekir.” Abdurrahman b. Mehdî der ki: “Ben onların bu sözünden daha çirkin bir söz işitmedim. Allah Teâla’dan âfiyetler dileriz.” Burada adı geçen Abdurrahman b. Mehdî, fukaha ve ehl-i hadisin önde gelen şahsiyetlerinden olup, selefin görüşlerine vâkıf olan kişilerden biridir. Bu büyük şahsiyet, yukarıdaki görüşü çirkin görmüş ve onu bid’at saymıştır. Buradan anlaşılmaktadır ki, böyle bir durumda namazın iadesi gerektiğine dair bu görüş seleften herhangi birinden sâdır olmamıştır.
Bu sebeple alimlerin bir kısmı, ibadetin temel özellikleri arasında olup bozulmasına sebep olan hususlar ile temel özellikleri arasında bulunmadığından bozulmasına sebep olmayan hususları birbirinden ayırmışlardır.
Buna göre; üzerinde veya elbisesinde necâset bulunduğu halde, abdestsiz, avret mahalli örtülmeden ya da kıbleye yönelmeden kılınan bir namaz bâtıldır. Çünkü bunlar özel olarak yasaklanmış hususlardır. Gasbedilmiş bir yerde kılınan namazın durumu ise böyle değildir. Şu husus da buna delâlet eder; oruç, ancak oruçlu için özel olarak yapılması yasaklanan bir fili işlemekle geçersiz olur. Yasaklanan bu fiiller de yemek, içmek ve cinsel ilişkiden ibarettir. Oruçlu kişilere yasaklanan, fakat sadece oruçlulara yasak olmayan yalan ve gıybet gibi yasaklar cumhura göre orucu bozmaz.
Bunlardan biri nikâhı haram kılnan birini nikâhlamaktır. Bu haramlık ya bir sebebe bağlı olarak ebediven nikâhlanması haram kılınmasından veya nesepten kaynaklanabilir. Aynı anda nikâhlanmaları câiz olmayan iki kadını bir arada nikâhlamak veya karşılıklı rızaya bağlı olarak düşürülmesi câiz olmayan bir şartı düşürmek de haramlığın sebebi olabilir. İddeti devam eden bir kadını veya ihramlı bir kadını nikâhlamak ya da velisi olmayan kadını nikâhlamak gibi.
Zira Resûlullah’tan (s.a.v) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber hamile bir kadınla evlenen kişinin aralarını ayırmış ve iddet içerisinde yapılmış olan nikâhı geçersiz saymıştır.
Karşılıklı rıza olsa bile geçersiz sayılan akidlerden biri de riba (faiz) akidleridir. Bu akidler de hukukîlik ifade etmezler ve bu yüzden geçersiz kabul edilip reddedilirler. Nebî (s.a.v) 1 sa’ (ölçek) hurmayı 2 sa’ hurma karşılığı satan kişinin satış akdini geçersiz saymış ve iade etmesini emretmiştir.”
Malî Konularda Yapılan Tasarruflar
Alimlerden bir kısmına göre; bir kişi başkası adına onun izni bulunmadan malî bir tasarrufta bulunsa, bu tasarruf temelden bâtıl olmaz. Adına tasarrufta bulunulan kişinin iznine bağlı kalır, eğer o kişi yapılan tasarrufu onaylarsa muamele geçerli olur, şayet reddederse yapılan tasarruf da bâtıl olur.
Aldatmaya Yönelik Satışlar
Bu tür satışlar arasında aldatmaya yönelik musarrat (satılacağı zaman sütlü görülsün diye 2-3 gündür sağılmamış hayvanlar), neceş (malın fiyatını yükseltmek için bulunmayan özelliklerle övmek) ve telakki’r-rukbânların (pazara mal getirenleri şehre girmeden karşılamak) ve benzeri satış işlemleri de vardır. Bütün bunların sıhhatinde İmam Ahmed’in mezhebinde ihtilâf vardır. Ehl-i hadisten bazıları bu tür satışların butlânına (geçersizliğine) hükmederek reddetmişlerdir.
Sahih olan görüşe göre; bu tür satışlar haksızlığa ve gadre uğrayan kişinin iznine bağlıdır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v), hayvanın sütü biriktirilmek suretiyle yapılan bir satış işleminde satın alan kişiyi (satışı kabul veya red konusunda) muhayyer bırakmıştır.
Yine taşradan gelip pazara varmadan tüccar tarafından karşılanılarak malları alınan kişilerin pazara vardıktan sonra muhayyerlik hakları olduğunu bildirmiştir.
Bütün bunlar, bu tür satışların temelden geçersiz olmadığına delâlet eder. Bu tür satışların geçersiz olduğunu söyleyenlere bu “musarrat” hadisi gösterilince buna karşı bir cevap verememişlerdir.
Bir kişinin çocuklarından bir kısmına fazladan bir şeyler verip diğerlerine vermemesi durumu da bu kısma girer. Sahih olarak bize ulaşan bir hadise göre Resûl-i Ekrem (s.a.v), evlâtlarından sadece Nu’mân’a bir miktar bağış yapan Beşîr b. Sa’d’a (r.a.), verdiği bağışı geri almasını emir buyurmuştur.
Bu durum, yukarıdaki muamelede mülkiyetin intikal etmediğine delâlet etmez. Verilen atıyye (bağış) sahihtir ve hukukî geçerliliği vardır. Şayet diğer evlâtlarına da aynı miktarda atıyye verir ve aralarında eşitlik sağlar veya tek olarak verdiği kişiden atıyyeyi geri alırsa bu işlem câiz olur. Bu konuda farklı görüşler de vardır.