Cumaya Dair
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler, siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!” (el-Ahzâb, 56)
Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“Yâ Rasûlâllah! Ben Siz’e çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?” diye sordum.
“Dilediğin kadar.” buyurdular.
“Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?” diye sordum.
“Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için iyi olur.” buyurdular.
“Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım!” dedim.
“Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdular. Ben yine:
“Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?” diye sordum.
“İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için hayırlı olur.” buyurdular.
“Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde Sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?” deyince:
“O takdirde Allah Teâlâ, dünya ve âhirete âit bütün arzularını ihsân eyler ve günahlarını bağışlar!” buyurdular. (Tirmizî, Hâkim, Beyhakî,)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse bana salât ü selâm getirdiği zaman, onun selâmına karşılık vermem için Allah Teâlâ rûhumu iâde eder.” (Ebû Dâvûd)
“Kim kabrimin yanında bana salât ederse ben onu işitirim. Kim de uzaktan salât ederse o bana ulaştırılır.” (Beyhakî)Bilhassa cuma günü salât ü selâm ile meşgul olmak, çok fazîletli bir ibadettir.
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür. O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdular. Ben:
“Vefâtınızdan sonra da mı?” diye sordum. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Evet, vefâtımdan sonra da! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır.” buyurdular. (İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd)
4. HADİS
Abdullah b. Mesud (r.a) anlatıyor: “Doğru ve doğruluğu tasdik edilmiş olan Resûlullah (s.a.v) bize şöyle anlattı:
Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra bu kadar müddetle ‘alaka’ (aşılanmış yumurta) olur. Sonra bu kadar müddette ‘mudga’ (embriyo) olur. Sonra Allah bir melek gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şakî (cehennemlik) veya saîd (cennetlik) olacağını yazar. sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilâh olmayan zâta yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir kulaçlık mesafe kaldığı zaman ona yazısı üstünlük sağlar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir kulaçlık mesafe yazısı ona üstünlük sağlar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer.”
HADİSİN ŞERHỈ
Ceninin Anne Karnında Toplanması Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.), “Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde toplanır” sözünün tefsiri İbn Mesud’dan rivayet edilmiştir. A’meş Hayseme’den, o da ibn Mesud’dan (r.a) şöyle nakleder: “Nutfe rahme düştüğünde bütün kılların ve tırnakların diplerine kadar uçar, dolaşır. Böylece kırk gün kalır. Sonra oradan rahme iner ve alaka olur.”
İbn Cerîr et-Taberî, Ibn Ebû Hâtim ve Taberânî, Mutahhir b. Hey- sem’den, o Musa b. Ulâ b. Rebâh’tan, o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet eder:
Nebî (s.a.v) onun (Musa’nın) dedesine dedi ki:
“Ey falanca neyin oldu?’’
Dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Neyim olabilir ki? Ya oğlum ya da kızım!’
Resûlullah (s.a.v), Kime benziyor?’ diye sordu.
Adam, kime benzeyebilir? Ya annesine ya da babasına!’ diye cevapladı.
Bunun üzerine Nebî (s.a.v) şöyle buyurdu: Hayır, asla böyle söylememelisin! Zira nutfe rahme yerleştiğinde, Cenâb-ı Hak onunla Adem (a.s.) arasındaki zürriyetini hazır eder. Sen Cenâb-i Hakk’ın, ‘’Seni dilediği şekilde biçimlendirir’’ âyetini hiç okumadın mı?
Burada ifade edilen mânayı Resûlullah’ın (s.a.v) şu sözü destekler mahiyettedir:
“Resûl-i Ekrem (s.a.v) kendisine, ‘Hanımım siyah bir çocuk doğurdu’ diyen birine,
‘Belki onu bir damar çekmiştir’ buyurmuştur.”
Çocuğun dış görünümü gen aktarımındaki baskın gene göre şekillenir. Anne ve babanın kalıtsal mirasından baskın olan genler bir araya gelir ve çocuğun dış görünümünü oluşturur. Çocuk genellikle anne-babanın zürriyetine benzese de mutasyon denen bir gerçek vardır. Çok düşük ihtimal olmasına rağmen anne baba esmer de olsa çocuk sarışın olabilir. Yahut anne babanın dış görünümünde olmayan bir özellik kendinden önceki nesillerde varsa yani genlerinde taşıyorlarsa bu gen çocuğa aktarılabilir ve çocuğun dış görünümü annesinden ve babasından farklı olabilir.
Ceninin Mudga (Embriyo) Olması “Sonra bu kadar müddetle ‘mudga’ olur” cümlesinin mânası: Kırk gün süreyle, demektir. Mudga ise bir et parçasıdır. “Sonra Allah bir meleği gönderir: (Bu melek) şu dört kelimeyi yazmakla emrolunur: Rızkını, amelini, ecelini, şakî veya saîd olacağını.”
Bu hadis-i şerif çocuğun 120 günde pek çok değişiklik geçirdiğini, bu değişimin üç safha halinde olduğunu ve her safhanın kırk gün sürdüğünü beyan etmektedir. Buna göre ilk kırk günlük safha “nutfe”, sonra ikinci kırk günlük safhada “alaka” ve sonraki kırk günlük safhada “mudga” olmakta; bu 120 gün sonunda melek ona ruh üflemekte ve emredilen dört kelimeyi yazmaktadır.
Cenâb-i Hak da Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde anne rahmindeki yavrunun geçirdiği safhalardan bahseder. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi: “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, sonra belirlenmiş canlı et parçasından (mudgadan) yarattık ki size kudretimizi gösterelim.”
Bu üç evreyi Kur’ân-ı Kerîm değişik yerde nutfe, alaka ve mudga şeklinde sıralar. Başka bir yerde buna ilâvede bulunur. Bu mânada Mü’minûn sûresinde şöyle buyrulur: “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getir- dik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alakayı, bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların güzeli olan Allah pek yücedir.”
Ruh Üflenmesi
Hadis-i şerifin değişik rivayetlerinde kelimelerin yazılması ve ruh üflenmesi işlerinin sıralamasında farklılıklar vardır. Buhârî’nin Sahî’indeki rivayette şöyle denilmektedir:
“Ona bir melek gönderilir, dört kelimeyi yazması emredilir ve ona ruh üflenir.”
Bu rivayette yazma işinin ruh üflemeden önce olduğu açıkça belirtilir. Beyhakî’nin bir eserinde yaptığı rivayette şöyle denilir: “Sonra cenine melek gönderilir, ona ruh üflenir ve sonra dört kelimeyi yazması emredilir.”
Sahâbeden açıkça rivavet edildiğine ve ibn Mesud hadisinden açıkça anlaşıldığına göre cenine ruh üflenmesi dört ay sonra geçekleşmektedir. Zeyd b. Ali babasından, o da Ali’den şöyle rivayet eder: “Nutfenin üzerinden tam dört ay geçince ona bir melek gönderilir ve karanlıklar içinde ruh üfler. Sonra onu yeni bir yaratışla âyetinde anlatılan husus budur.”
İmam Ahmed, mezhebindeki görüşünü İbn Mesud’dan (r.a) rivayet edilen hadis-i şerife dayandırır. Buna göre çocuğa dört aylık olduktan sonra ruh üflenir. Çocuk dört ay tamamlandıktan sonra düşerse, kendisine ruh üflendikten sonra düştüğü için namazı kılınır. Bu görüş Saîd b. Müseyyeb’den rivayet edildiği gibi bu aynı zamanda İshak b. Râhûye’nin görüşü ve İmam Şâfi’den rivayet edilen görüşlerden biridir. İmam Ahmed’den nakledilen bir görüş de şöyledir: “Çocuk dört ay on günlük olunca son on gün içinde ona ruh üflenir. Bu halde düşerse çocuğun namazı kılınır.” Ebû Hâris, İmam Ahmed’den şöyle rivayet eder: Çocuk kırk gece nutfe olarak kalır, kırk gece alaka olarak kalır ve kırk gece de mudga olarak bekler. Sonra et ve kemik oluşumu gerçekleşir. Dört ay on gün tamamlanınca kendisine ruh üflenir.
Meleğin Yazdıkları
İbn Mesud hadisi bu işin dört ay geçtikten sonra olduğuna delâlet etmektedir. Sahîhayn’de Enes’ten (r.a) yapılan rivayete göre Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hak anne rahmine bir melek tayin eder. Melek, ‘Ya Rabbi, nutfe! Yâ Rabbi, alaka! Yâ Rabbi, mudga oldu!” der. Cenâb-i Hak onun yaratılmasını dileyince melek şöyle der: ‘Yâ Rabbi, erkek mi dişi mi? Şakî mi saîd mi? Rızkı ne olacak? Eceli nedir?” Bütün bunlar çocuk anne karnında iken yazılır.”
Kader Yazma işinin ceninin kendine ait vasıflarıyla birlikte yaratıldığına dair rivayetler de vardır. Hz. Aişe Resûl-i Ekrem’den (s.a.v) şöyle rivayet eder:
“Cenâb-i Hak bir insanı yaratmak istediğinde bir melek gönderir. Melek rahme gelir ve, ‘Yâ Rabbi, bu ne olacak?’ der. Kendisine erkek ya da kız yahut Cenâb-i Hakk’ın rahimde yaratmak istediği şey söylenir.
Sonra, ‘Yâ Rabbi, şakî mi saîd mi?’ der. Kendisine gereken söylenir.
Sonra, “Yâ Rabbi, eceli nedir?’ der. Kendisine gereken şey söylenir.
Sonra, Yâ Rabbi, şekli nasıl? Ahlâkı nasıl?’ der. Kendisine gereken emir verilir. İnsan ile ilgili her şey o daha anne rahminde iken yaratılır.”
Bunu Ebû Davud, “Kitâbü’l-kader” isimli eserinde, ayrıca Bezzâr Müsned’inde rivayet eder.” Her hâlükârda anne rahminde bulunan cenin hakkında yapılan bu yazma işi şu âyet-i kerimede geçen yaratılışları önceden takdir edilen mahlûkatın yazılmasından farklı bir yazma işlemidir: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın.
Sahihayride Ali b. Ebû Tâlib’den (r.a) rivayet edilir. Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Yaratılacak her canlının cennet veya cehennemdeki yerini Cenâb-ı Hak önceden yazmıştır. Yahut şakî mi saîd mi olduğu yazılmıştır.
Bir adam dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Durum böyleyse hakkımızda yazılanı bekleyip ameli bırakalım mı?”
Resûlullah şöyle buyurdu: “Çalışan herkese yaratıldığı şey kolaylaştırılır. Saîdlere cennete götüren ameller kolaylaştırılır, şekavet ehline (kötü işler yapanlar) de cehenneme götüren ameller kolaylaştırılır.”
Sonra Resûlullah (s.a.v), ”Kim bağışta bulunur ve günahtan sakınır ve en güzeli de tasdik ederse ona hayır yolunu kolaylaştırırız’ âyet-i kerimesini okudular. ”
Bu hadis-i şerifte kimin saîd ve kimin şakî olduğunun önceden kitapta yazılmış olduğu, bunun da amellere göre takdir edildiği ve herkesin cennet ve cehennemden hangisine girecekse onu gerektiren amellerin kendisine kolaylaştırıldığı ifade edilmektedir.
Sahîhayn’de İmrân b. Husayn’dan (r.a) şöyle rivayet edilir:
“Bir adam, Ey Allah’ın Resûlü! Cennetlik olan ile cehennemlik olanlar belli mi?’ diye sordu.
Resûlullah, “Evet, bellidir’ buyurdular. Adam, Öyleyse amel edenler neden amel ediyorlar?’ diye sordu.
Buyurdular ki: Herkes ne için yaratılmış ise onun amelini işler. Veya kendisine ne kolaylaştırılmış ise onun amelini işler.
Bu mânada Resûl-i Ekrem’den (s.a.v) pek çok rivayet vardır. İbn Mesud hadisi de şakî ve saîd olmanın amellerin sonuyla ilgili olduğunu belirtir.
Son Nefesteki Hâlin Önemi
Hz. Âişe’den rivayetle Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
‘’Ameller sonlarına göre değerlendirilir.’’
Enes’ten rivayetle Resulullah şöyle buyurdı:
“Bir kişinin amelinin nasıl son bulduğunu görmeden onu beğenmeye kalkmayın. Zira insan ömrünün bir kısmında yahut uzun bir bölümünde sâlih amel işler ki o hal üzere ölse cennete girer. Sonra durumu değişir ve kötü ameller işlemeye başlar. Yine bir kişi uzunca bir süre kötü ameller işler ki o hal üzere ölecek olsa cehenneme girer Sonra hali değişir ve sâlih ameller işlemeye başlar.’’
Sahîhayn’de Sehl b. Sa’d’dan (r.a) rivayet edilir.
“Nebî (s.a.v) müşriklerle (savaşta) karşılaştı. Ashabı arasında biri vardı ki kimi görse peşine düşüyor ve kılıçtan geçiriyordu. Ashâb-ı kirâm, ‘Bugün aramızda kimse falanın kazandığı kadar ecir kazanan yok’ dediler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v): ‘O cehennem ehlindendir.’ buyurdular.
Bu söz üzerine biri, ‘Ben onun durumunu araştıracağım’ deyip adamın peşine düştü. Derken adam şiddetli bir yara aldı ve bir an önce yaranın acısından kurtularak ölmek istedi. Kılıcının kabzasını yere ve sivri ucunu da iki memesi arasına getirdi, sonra kılıcın üzerine bütün ağırlığıyla abanarak intihar etti.
Bunun üzerine adam doğruca Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) yanına geldi ve, ‘Ben şehadet ederim ki sen Allah’ın Resûlüsün!” dedi ve adamın yaptığını anlattı.
Sonra Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: ‘’Bir insan cehennem ehlinden olduğu halde cennet ehlinin amelini işler ve insanlar onu cennet ehli zannederler. Bir insan da cennet ehlinden olduğu halde cehennem ehlinin amelini işler ve insanlar da onu cehennemlik olarak görürler.’’
Abdülaziz b. Ebû Revvâd şöyle der:
“Ölmek üzere olan bir adamın yanında bulunuyordum. Ona kelime-i tevhid (la ilahe illallah) telkin ediliyordu. Adamın son sözleri, telkin edileni inkår etmek oldu ve hal üzere öldü. Adamın durumunu araştırdım; sürekli şarap (içki) içen biri olduğunu öğrendim.’’
Bu yüzden Abdülaziz şöyle derdi: ”Günahlardan sakının, zira günahlar insanın kötü son ile gitmesine sebeptir.”
Özetleyecek olursak:
Sonuçlar önceden yapılan işlerin bir mirasıdır. Bütün bunlar önceden kitapta yazılmıştır. Bu sebeple selef-i sâlihin kötü sondan çok korkar, önceden işlemiş oldukları amellerden dolayı endişe duyar, gecelerini uykusuz geçirirlerdi.
Derler ki: Ebrârın (iyilerin) akılları hep sonlarının nasıl olacağına takılıdır. Onlar, sonumuz nasıl olacak, der dururlar.
Mukarrebîn (Allah’a yakın olanlar) ise, Allah için ne gibi hayırlı ameller işledik, endişesi taşırlar.
Sahâbeden biri ölümü esnasında ağlar. Bunun sebebini sorarlar, şöyle der: “Ben, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v), ‘Cenâb-i Hak insanları iki gruba ayırdı ve şunlar cennet ehli, şunlar da cehennem ehli buyurdu’ sözünü işittim. Ben bu iki gruptan hangisinde olduğumu bilmiyorum (bunun için ağlıyorum).”Seleften biri şöyle der: “Ağlayan gözler değil, asıl onu ağlatan önceden kitapta yazılmış olanlardır.”
Süfyân-ı Sevrî (rh.a) sâlihlerden birine şöyle der: “Cenâb-ı Hakk’ın senin hakkındaki (saîd veya şakî olduğuna dair) bilgisi seni hiç ağlattı mı?”
Salih zat ona şöyle karşılık verdi: “Beni ebediyen sevinemeyecek durumda bıraktın.”
Ümmü Seleme validemizden şöye rivayet edilir:
“Nebi (s.a.v) dualarında şu sözleri sıkça söylerdi:
‘’Ey kalpleri evirip çeviren Allahım, kalbimi dinin üzere sabit tut!”
Ben, Resûlullah’a (s.a.v) dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Kalpler hep bir halden diğerine geçip durur mu?’
Buyurdular ki: ‘Evet, Allah Teålâ’nın yaratıkları arasında insan soyundan gelen her beşerin kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır. Eğer Allah Teâlâ dilerse kalpleri düzeltir, dilerse de kaydırır. Rabbimiz olan yüce Allah’tan bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırmamasını dileriz. Yine yüce katından bizlere rahmet bahşetmesini niyaz ederiz. Çünkü O, çokça bahşedendir.’
Bunun üzerine dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü ‘Bana, Allah Teâlâ’ya niyazda bulunacağım bir dua öğretir misin?’
Bunun üzerine buyurdular ki: Pekâlâ öğreteyim; şu duaya devam et: Ey Muhammed (s.a.v) peygamberin Rabbi olan Allahım! Günahlarımı bağışla, kalbimdeki öfkeyi gider ve beni yaşattığın sürece fitnelerin saptırmasından koru!
Müslim, Abdullah bin Amr’dan şöyle rivayet eder:
“Bütün insanların kalpleri sanki bir kalpmiş gibi Rahmân’ın iki parmağı arasındadır, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur.”
Sonra Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ey kalpler üzerinde tasarrufta bulunan Allahım, kalplerimizi taatine (ibadetine) yönlendir!’’