Bazı sorunların çözümü, onun bir çözümü olmadığını kabul etmektir, diyor Saliha Erdim Hanımefendi. Bu cümleyi işittiğim an, son yıllarda içimde gezmekte olan his biçime geldi, kendisine bir giysi buldu ve giyiverdi. İşte, tutunduğum buydu nicedir. Bazı sorunların çözümü, onun değişmeyeceğini kabul etmektir.
Beraber açalım isterseniz. Sorunlarımız daima diğer insanlar üzerinde şekillenir ve bizler onların ‘doğru’ yolu bize göre doğru olan şekliyle görmelerini yani ‘değişmelerini’ isteriz. İstemek yetmez, değişmeleri için bir yığın yol yürürüz, kazalar yapar, hasar tespitini de ihmal etmeyiz. Sonra, biraz toparlayınca yeniden süreriz atımızı aynı duvara doğru. Atımızın parçalanan yüzüne ‘mücadele’ deriz. Duvar, duvar olmaktan pişman olacak, kanımız bulaştıkça merhamete gelecek, çiçek açacak. Oysa, her taşta çiçekler boy vermez. Zaten bir taştan çiçek boynunu uzatmışsa bu taşın değil, çiçeğin değil yaratmayı dileyenin maharetidir. Biz, Allah’a nerede ne yaratacağını söylemek isteriz, evet, yaparız bunu. Oysa istediği taşı ve çiçeği Allah hikmetle seçer. Bazı duvarlar, sadece ama sadece bir duvardır. Atımızın ağzına yazık değil mi? Belki de artık içinde bulunduğu şeyin adı mücadele değil de körlüktür, geriye çekilip bir bakalım, atımız başını o duvara yeniden yeniden vurmak istiyor mu? Sahiden mi..
İnsanların düşünme biçimlerini, inandıkları o köşeyi, sivri yerlerini değiştiremeyiz. Kökleşmiş hatta nasırlaşmış inançlarını, kendilerini kandırma biçimlerini, görmeme biçimlerini ve görmek istemeyişlerini değiştiremeyiz. Böyle söyleyince gardımı indirdim zannetmeyiniz. Lütfen. Gardımı ellerimle çıkardım, kapının arkasında bilerek ve isteyerek astım. Savaşmayacağım, hayır. Bana verilen güç, duygu öyle sınırlı ki onu bu ‘mücadele’ye harcarsam, çiçekleri toprağa ekemem. Ben, taşta bir çiçek çıkar mı diye beklerken, elimde tohumları çürütmek istemiyorum. Beni buraya bir koyan var. Ellerimi, alnımı, gözlerimi, ayaklarımı ve kalbimi yaratan. Beni kitabın bu sayfasına bir yazan var. Her gün her an yaptığımı ve yapmadığımı yazan iki melekle yaşıyorum. Onlara dönüp dönüp atımın ağzını parçalattığımı yazdırmak, hayır, istemiyorum. O, çok zor iyileşiyor.
Atıma, saldırabilirler. Atım, sırtında insanları taşır ve muhabbet eder. Kuvvetini ve sıcaklığını ikrâm eder. O, asildir. İnerken bir yumruk yediği çok olmuştur göğdesine. Yelelerini avuçlayıp yolmak isteyenler ve de koparabilenler, evet, olmuştur, olur. Yine olur çünkü birine yardım etmek gerektiğinde O, kimseyi tepmez ve yere çalmaz. Fakat, atlar da ağlar. Benim atım, parçalanan ağzıyla çok ağlamıştır. Yine de gözlerinde kin bulamazsınız. Melekler dahi bir an görememiştir bunu. Yoktur.
Atımı çivili duvarlara Allah affetsin ki çok kere sürdüm. Zannettim ki bir aşabilirsek, oluk açabilirsek, su oluruz. Akabilirsek bu duvarın içinden, bereket iner, kırlar dolar. İsteyince, olur. Oysa, istemek yetmez. Eğer hayat kişisel gelişim kitaplarında geçen taktiklerden ibaret olsaydı atım ve ben herhalde hiç yaralanmazdık. Çünkü o da ben de aklımızı duyar, kullanırız. Fakat bazen akıl yetmez görmek yetmez bilmek yetmez, o taş sana isabet eder. Ekmek koyduğun avuç, daha lokması boğazında dururken boşalan avucuna taş koyup da atabilir, atar. O avuca uzun uzun bakar atım. Hayretle ve hiç hayret etmeden. Damar damar boynunda uzanan kederle ışıldadığını görürsünüz. Kudreti, isabet eden hiçbir taş sahibine hınç duymamaklığında gizlenmiştir.
Kim, neyi, nasıl görmek isterse öyle görür. Kuşlar kanatlarını ispat için değil uçmağa çırpar. Kanatlarımı doğru gör, onlar uçmak için anla, diye yüz yıl da anlatsan, avucunda taşla bekleyen kişi buna inanmaz.
Onu iknaya uğraşmak yerine uçuversene.
-Ama görmüyorlar uçtuğumu! Anlamıyorlar!
Ne diye anlatmak istiyorsun? Sen uçuversene.
-Fakat onlar benim canım! Anlamıyor anlamıyorlar! Anlatabilsem, bir gösterebilsem! Bu kavga bitse!
Bir uçuversen, konsan Habil’in başına. Görürsün orada diğerini gömen kuşu. Görürsün Kabil’i. Habil’in avucunda bir lokma ekmek görürsün, kalanı Kabil’in boğazındadır.
Habil, uçmuştur.
Bazı sorunların çözümü, onun bir çözümü olmadığını kabul etmektir, kabullenmektir. Biri Kabil’dir, biri Habil. Biri gömen kuştur biri ölen. Ölen uçmuştur. Kabil ona yüz yıl daha kanadın yok, desin. Varsın desin. Atına merhamet et, ağzını sil. Duvarda oluk açamadı diye kızmayı bırak. Duvarı da rahat bırak. Önüne kim çıkarsa, selâm de geç.
Ne olur, geç.
Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün.
Fussilet,34.
İşte, bu kadar.
(Bize bedenen ve ruhen zarar veren insan ve durumları kaderdir deyip sürdürmekten bahsetmiyorum. Seçimler bizimdir. Sadece, kimsenin kalbi elimde değil, elimizde değil. Onun camını dışından silsem, içinden pus içindeyse görmez, yine göremez. Fakat dedim ya, iki melek var omuzlarımda. Diyeyim ki, suyumu kire doğru akıttım. Diyeyim ki, denedim. Diyeyim ki, yaralamak için saldıranı dahi atımla tepmedim ve ezmedim. Zordu. Zordu ama gömen olmaktansa ölen olmayı seçtim. Kalbimi çiğneyen nice surete selâm dedim. Senin için, Senin kulun olduğu için dedim. İşte, ölünce bunları demeye değmez mi?
Mücadele şart ise üslubu bozmadan ve karşı tarafın kalbine hâkim olmadığımızı unutmadan, sakince edelim. Hadiseleri hak ettiğimiz için değil, güzel olanı seçebilmek için susalım ve geçelim. Kim bilir böylece karşılaşırız. Birbirimize su veririz. Hiçbiri olmazsa cennet bahçelerinde gölgelenirken serin bir şerbet içeriz. Uzak değil, yakın. Sabah hep yakın..)