Anlatasım Olsaydı

Anlatasım Olsaydı

Hiçbir şey anlatasım yok bu sefer. Öylece kendime doğru içli içli susasım var. Ah bir dilimin bağı çözülse, bir gece yazdığım o kısa şiiri yazardım buraya da pek çoğunuz göz ucuyla okur geçerdi. Okuduktan bir dakika sonra sorulsa ”hangi şiir?” derdiniz; öyle göz ucuyla okumak. Ya da özlü bir söz yazar altına birkaç not iliştirir bu seferlik hülâsa-i kelâm diye koyardık bir köşeye ama yok işte bir şey anlatasım yok. Gönlümdekilerin hakkını verebileceğimi bilsem çok şey anlatırdım size en sonunda ”çok konuştum” demeyi ihmal etmeden. Alışık değilim neticede uzun uzun konuşmaya. Ne yalan söyleyeyim, garip geliyor, artık bitireyim konuşmayı diyorum içimden ama zaten oldum olası anlatasım da yok. Gönlümün bağı çözülse eğer birkaç cümleye sığdırabilsem içimdekileri kimsenin derdi olmaz belki ama en azından kalmaz içimde de zaten yok ki anlatasım, neyi anlatayım?

Ama eğer olsaydı size İbn’ül Cevzî’nin Hatırlı Satırlar kitabında okuyup başına işaret koyduğum Şeytanın Hileleri ve Tuzağı başlığından ya da yok hemen bir sonraki başlıktan:

”Yiyeceklere gelirsek, yemek yemekten maksat Allah’a hizmet edebilmesi için bu bedeni güçlendirmektir. Devesi olan adamın, onu taşıması için devesini beslemesi gerekir. Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yiyecek bulduğu sürece yemek yerdi. Et bulduğunda onu yerdi, tavuk eti de yerdi . Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin en çok sevdiği yiyecekler tatlı ve baldı.” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin mubah bir şeyi yemekten çekindiği nakledilmemiştir. Hz. Ali radıyallahu anha bir keresinde un, su ve baldan yapılan faluzec adlı bir tatlı getirildiğinde onu yedi ve sonra dedi ki: “Bu nedir?” Dediler ki: “Bugün nevruzdur.” Bunun üzerine şöyle dedi: “Nevruzumuz her gün olsun.”

Yemeğin ancak doyduktan sonrası mekruhtur. Giyinmenin de ancak kendini beğenme ve kibirlenme vesilesi olanı mekruhtur. Bazıları bundan daha azına kanaat etmişlerdir. Çünkü sırf helâl olandan isteneni elde etmek neredeyse mümkün değildir. Yoksa Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisi için yirmi yedi deve karşılığında satın alınan yeni bir elbiseyi giymiştir.(Buhâri)

Temîm-i Dârî radıyallahu anhın bin dirheme almış olduğu yeni bir elbisesi vardı ve geceleri onu giyerek namaz kılardı.

Bazıları da şimdilerde geldiler ve zühd hayatı yaşamayı ortaya koyup hevalarının kendilerine süslü gösterdiği bir yöntem icat ettiler. Sonra da bu yöntem için delil aramaya giriştiler. Oysa insana gereken şey delile tâbi olmaktır, yoksa bir yol ve yönteme uyup onun için delil aramak değil.

Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: “Yemeyi iyice azaltmayı kötü görürüm. Çünkü bazıları bunu yaptılar ve farzları yapmaktan aciz kaldılar.” Çok doğru bir söz. Çünkü az yiyen kimse az yemeye devam ettikçe sonunda nafileleri ve sonra da farzları yerine getirmekten aciz kalır. Sonra da ailesini geçindirmekten ve namuslarını korumaktan aciz kalır. Aynı zamanda daha önceden yapmış olduğu bir hayır işini yapamaz hâle gelir. Açlığı teşvik eden hadisleri işitmek seni ürkütmesin! Çünkü bu hadislerden kastedilen şey ya oruca teşvik etmek veya doyduktan sonra yemeyi yasaklamaktır. Fakat sürekli olarak yemeği kısmak ve azaltmak insanın kuvvetine tesir eder ve bu yüzden caiz değildir. Sonra bu yerilen kimseler arasında et yememek gerektiğini savunanlar var. Oysa Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem her gün et yemek isterdi.”

kısımlarını yazıya döker, devamından konu bağlamında birkaç şey daha okuyup yazar, bir de en alta güzel veciz bir  hülâsa iliştirir  bu seferki yazımız diye koyardık ama yok, bu sefer benim hiiçbir şey anlatasım yok.

Bir şey anlatacak olsam severek okuduğum bir kitabı açar, hızlıca baştan sona göz atar, sonra da işaretlediğim yerleri sıra sıra okur ”ahaa bu güzel bunu yazabilirim” dediğim bir yeri yazardım. Mesela Nurullah Genç’in  Omuzlarımda Dünya kitabını açar Pinaduz Baba kim? Sibirya Gazisi Bekir Ağa kim? Nasıl bir aile ortamında büyümüş? Büyüklerinden neler görmüş, gördüklerini nasıl tahlil etmiş? Hepsini bir bir anlatsam ne güzel olurdu. Mesela 101. sayfadaki On Koyun Hikâyesi’ni baştan sona okusam eminim benim gibi mest olurdu herkes. Ya da Rahile halasının karnından iki buçuk kilogram tümör çıkaran doktorun ayaklanırsa bir buçuk ay yaşar demesi üzerine yirmi yedi yıl daha yaşama hikayesini okusak birlikte Nurullah Hoca’nın kitapta yer verdiği İbn Arabi’nin ”Ölümün önündeki en büyük engel eceldir’‘ sözünün inceliklerini hep birlikte daha iyi kavrardık ama yok. Anlatasım gelmiyor bu sefer.

İçime doğru anlatmayasım var kimseye. Susasım var.

Serdar Tuncer’den duymuştum susan kimselere ”Hamuş” derlermiş. Hatta tam olarak şöyle bahsetmişti ”Susmak enteresan bir şey… Hamuş derler… Belki bugün hamuşâne susasım var, şöyle karşılıklı oturup sussak… Çünkü konuşmak o kişinin harcı ki; sükutu da bir şey anlatsın, arz edebiliyor muyum?” Ama yok. Karşıma kendimi koysam ona bile sükut edesim var. Boğazıma kadar gelen her şeyi susasım.

Ahmed Amiş Efendi’nin bir sözü vardır duymuşsunuzdur: ”Bizim susuşumuzdan bir şey anlamayan, kelâmımızdan da anlamaz.” İnsan susarak da anlatabilirmiş derdini, ya da susmak değildir bunun adı gönülden gönüle konuşmaktır. İllaki bir sohbette duymuşsunuzdur: Evliyaullah’tan iki zat bir araya gelirmiş de bir çift laf etmeden kalkarlarmış. Sorulunca ”neden konuşmadınız hiç” diye derlermiş ki: ”Biz konuştuk, siz duymadınız.” Ya yalandır gerçekten konuşmamışlardır, ya da gerçekten konuşmak için dudakların kıpırdamasına gerek yoktur. Biraz daha detaylandırmak isterdim ama inanır mısınız pek bir şey anlatasım gelmiyor.

Anlatasım yok ama hatrıma gelmişken şu kıssayı da paylaşayım:

3 evliya bir araya gelmişler, susarak sohbet ediyorlar olsa gerek ki birkaç dakikada bir birisi şaşırır, sesli bir şekilde ” Yaaa” dermiş. Bir defasında birisi ” Yaa, yaaa” demiş, bir olaya 2 defa tepki vermiş. Ona demişler ki ”Sen bir daha aramıza gelme, çünkü sende biraz gevezelik var” İnsanın bakışı, daha doğrusu gönlü değişince öyle olmalı ki gereksiz söylemlere gönlü dayanmıyor. Yaşamadık ki bilelim, duydum anlatıyorum işte ama anlatasım olduğundan değil he. Hatta ölçüyü daha da yukarıya çıkartmışlar demişler ki: ”Sükutumuzdan istifade edemeyen, susuşumuzdan hiçbir şey anlamaz.” İnsan sükut ettiği bir şey anlatmıyorsa sustuğu nasıl anlatsın? Geçen gün birisi bana demişti ki: ”Sen hüzünlü bakıyorsun.” Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. İlk defa görüştüğüm birine susarak bir meramımı anlatabildiğime sevindim, ama hüzünlü bakıyor olmak iyi bir şey mi, bilemedim.

Bitti mi, hayır. Susmanın bir basamağı daha var. Derler ki: ”Nazarı fayda vermeyenin, sükutunun da, sustuğunun da, anlattığının da tesiri olmaz.” Doğru mudur, ben bilmem. Ama benim ağzıma gelen her şeyi susasım var. Gönlümden geçen her şeyi rastgele susasım.

Susasım olmasa daha bir şeyler anlatırdım ama neyse ki susasım var. Susuyorum için için. Susuyorum çünkü dinlemek daha güzel. Şarkılardan bahsetmiyorum. Bazen kulaklığımı takıyorum, sustuklarımı dinliyorumBenim yerime konuşacak birini değil de, benim konuşmamı gerektirmeyecek birini dinliyorum. Dinlemekten keyif alıyorum yani daha ne diyeyim. İllâ bakarak mı anlatayım, konuşuyorum işte.

Yazar: Burak Can

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Share:FacebookX
Join the discussion