tanışmak ve yağmur üzerine

tanışmak ve yağmur üzerine

”Epey yorucu ve zahmetli bir tavafı tamamlamış, Kâbe’yi karşıdan gören sütunlardan birinin dibine çökmüştüm. Vakit sabaha karşıydı, hava da hafif rüzgârlı. Yorgunluk dışında, keyfime diyecek yoktu. Önümde sürekli akmaya devam eden insan selinden bakışlarımı hiç ayırmadan, yarım saat kadar o şekilde oturdum.

Derken, orta yaşlı bir adam, ihramı omzundan aşağı sarkmış halde -onun tavafının da zorlu geçtiği belliydi- bana doğru geldi, selam verdi. Arapça olarak, “Bir şey soracağım” dedi, “Safâ-Merve arasında sa’y yapmak için abdestli olmak gerekiyor mu?” Ben de gerekmediğini söyledim. Bu sırada yanıma oturdu, sohbete başladık.

Ürdün’den gelmiş. Daha önce umre veya hac yapmamış. İlk defa olunca, hem mekânlar hem de umrenin hükümleri konusunda bilmediği şeyler çıkıyormuş. Konuştukça, muhatabımın sıradan biri olmadığını fark ettim. “Kral Hüseyin’le çok yakın çalıştım. Sarayda birlikteydik, maiyetinde hizmet ettim. Sonra bana valilik görevi verdi. 1999’da Kral Abdullah tahta çıkınca, bir süre de onunla çalıştım, sonra emekli oldum” diye anlattı.

Sohbetimizin bu kısımları çok şaşırtıcı değildi. Arap ülkelerine çeşitli seyahatlerimde her seviyeden insanla karşılaşıyordum zaten. Bu Ürdünlü Müslümanla tanışmamı ilk cümlede “en hoş ve öğretici tesadüflerden biri” olarak tanımlayışım, yanımdan ayrılmadan önce sarf ettiği şu cümleler sebebiyle:

“Bak, Kur’ân’da hepimizin bildiği bir ayet var, değil mi? “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve sizi, halklara ve kabilelere ayırdık ki, tanışasınız…” [Hucurât.13]. Dikkat et, bu ayette ifade edilen tanışma fiili, bizim ihtiyarımıza ve keyfimize bırakılmış bir durum değildir. Tanışmak, insanların ayrı ayrı ve kabile kabile yaratılmış olmasının sebebidir. Yani tanışmak, ilahî bir emirdir, ilahî hikmetin getirdiği bir mecburiyettir. Mesela şimdi seninle ben tanıştım, bu emri birlikte yerine getirmiş olduk. Ne kadar güzel, değil mi?”

Bunları söyleyip ayağa kalktı, ben de ona eşlik ettim. “Ürdün’e gelirsen, mutlaka haberim olsun” sözüne, “Ben de İstanbul’a gelirseniz beklerim” şeklinde karşılık verdim. Telefon numaralarımızı kaydettik.

O “Haydi, selametle!” deyip sa’yini yerine getirmek üzere Safâ’ya doğru yürürken, ben gülümseyerek arkasından bakıyordum. Bahsettiği ayeti o zamana kadar sayısız kereler okumuştum. Ama doğrusu, işaret ettiği nokta, hiç aklıma gelmemişti. Tanışmanın böylesine önemli oluşu, ilahî emir gibi telakki edilmesi gerektiği, ayetin “ey mü’minler” değil de “ey insanlar” diye başlamak suretiyle tanışmayı bütün insanlığı kapsayacak şekilde genişletmesi… Bütün bunlar, kısa bir sohbetten bana düşen harika paylardı.”

Sabah, Taha Kılınç beyefendinin Kırmadan İncitmeden isimli kitabından yukarıdaki yazısını okuyarak güne başladım, cümleler tamamlandığında yüzümdeki gülüşün iyice genişlemiş olduğunu fark ettim. Yol boyu tanışma üzerine düşündüm. Ben de onun gibi daha evvel bu ayet üzerinden tanışma hususunda tefekkür etmediğimi gördüm. İnsanlarla tanışmakta, onları dinlemekte zorlanmayan bir mizacım var. Fakat bunu insanî bir erdemle yaparken, ilahi emir yönünü kaçırmış olduğumu gördüm.

Dün akşamüzeri sosyal medyada beni Bursa’dan takip eden hanımefendilerden biri, yüz yüze görüşüp tanışmayı çok arzu ettiğini yazmıştı. Aklıma o geliverdi. Üzerine sabahında okuduğum metin, Allah’ın indirdiği ayet.. hepsini yeniden düşündüm. Gün içinde yaptığım bir paylaşımın akabinde bu kez Ankara’dan takip eden başka bir hanımefendi bana dair güzel duygu ve hüsnü zanlarını yazdıktan sonra yüz yüze gelip bir kahve içmeyi gönülden murad ettiğini uzun uzun yazdı. İkisiyle de Allah ömür ve imkan verirse görüşeceğim. Sosyal medya, tümüyle elbette güvenilir olmamakla beraber, kimliğimizin izleri de taşıyan bir mecra. Takip ettiklerimiz, beğendiklerimiz, paylaşımlarımız sahte olma ihtimali barındırmakla beraber mutlaka bizden izler de taşıyor. İslam kardeşliği denen hakikat ise klavyelerden öteye geçen bir sıcaklığa sahip. Temkini elden bırakmadan bu tanışmaların hayır olduğunu düşünüyor, en azından kendi adıma makul buluyorum. İki ayrı tanışma teklifini de güzel hislerle geride bıraktıktan sonra okulumuzun whatsap grubuna yazar İsmail Güleç beyefendi ile tanışmak ve muhabbet etmek isteyenler için müdür beyin odasında toplanıldığına dair bir mesaj geldi. Okulumuzda bugün açılışı yapılan fuaye sebebiyle farklı yazarlar hem söyleşi hem imza için bulunacaklar. Ayaklarına gönüllerine sağlık. Bugün ilki gerçekleşecekti.

Allah biliyor ki gün sonu yorgunluğu ile herhangi biriyle tanışmak, sohbet etmek, birini dinlemek gibi bir niyetim ve arzum yoktu. Yedinci saati de tamamladıktan sonra odamda sessizce kalmak, başımı biraz şöylece koymak istiyordum. Fakat, sabahtan beri benimle gezen tanışma bahsi, Rabbimizin ilahi emri üzerine büyük bir içtenlikle müdür beyin odasına geçtim. Gecikmiştim ama sohbet de henüz başlamıştı. Boyunca çocuklarını yetiştiren İsmail Bey’den hayata, insana, tasavvufa; insanın insan oluşuna, neleri abartıp yanlış yaptığımıza ve sonra şiire sonra yine şiire dair konuştuk. Daha ziyâde onu dinledik. Yorgun hissetmiyordum ve yüzüm gülüyordu. Bu tanışma belli ki iyi gelmişti. Hep söylerim, ruhlar da acıkır. Hoş ve serin bir şerbet içmiş gibi oldum. Fikirlerin mülâhaza edilmesi ne güzel şey, diye düşündüm.

Konuşmalarımızın sonuna yaklaşırken hocalarımız önceden aldıkları kitapları imzalatmak için hareketlendiler. Ben, o kadar bu işin niyetinde değildim ki kitabım bile yoktu! Çevik hareketlerle fuaye alanında İsmail Bey’in kitaplarını aramaya başladım. Yok yok yok. Girişte de yok. Hocam? İsmail Bey’in kitapları bitmiş mi? Tam ümidimi yitirdiğim bu anda fuaye alanıyla yakından ilgilenen kıymetli bir Hocamız, yine İsmail Bey’in olan fakat diğerlerinin elindekilerden farklı bir kitap uzattı. Sevinç ve tereddütle aldım.  ”Şiir Şair ve Peygamber’e Dair” isimli kitabı imzalatırken İsmail Bey şöyle dedi ”Bu kitabı, edebiyat öğrencileri için kaleme aldım.” Cümlesi sona erdiğinde kalbim birden şen oldu, çünkü içimin büyük odalarından biri edebiyat ve edebiyat öğrencilerine ayrılmıştır. Giriş yazısını okuduğumda kitaba hepten ısındım bir hoş oldum. Başka sevecek kimlere de o an götürmek, okumak istedim. Velhâsıl, nasibim beni buldu.

Bugün, öğlen vakti önce yağmur sonra dolu yağdı. Öyle yağdı ki sınıfımın camını zor kapattım. Rüzgar benden kuvvetliydi. Çocuklarla seyrettik, henüz şiddetlenmemişken ellerini uzatmalarını istedim camdan dışarı. Yağmur ellerimize değdi, sevindik. Rasulullah (sav) da çok sevinirdi yağmura, diye anlattım, ona benzemek için daha bi sevindik.

Gök karardı, güneş görünmeyen bir yerlere gitti, bütün avlular ıslandı. Bisikletim de şimdi sırıksıklam oldu, diye geçirdim içimden. Derken derslere devam ettim, söyleşi imza derken.. Yağmur bitti, yerler birden kurudu, yağmamış gibi oldu. Güneş geri geldi, gök aydınlandı, sakinledi. Birkaç saat evvel burada olanlar, hiç olmamış gibiydi. Olan, geride kalıverdi. Ancak bazı su birikintileri yağmuru hatırlatmaya devam etti. Olan oldu, geride kaldı. Su birikintileri de birkaç güne belki de sabaha kurur. Bisikletim de kurumuş, hiç iz kalmamış yağmurdan. Sepetine Kırmadan İncitmeden’i bıraktım usulca ve pedalları çevirmeye başladım. Bembeyaz bulutlar, mavi gök, yeşil ağaçlar. Elbisemi kibarca uçuşturan ancak dizlerimi zorlamayan hafif bir rüzgâr.

Bugün, kararan gök bileklerimin gücünü aşan o rüzgâr birkaç saat içinde eriyip gitti. Allah diledi ve oldu. Bahçedeki güllere, yasemin ve hanımellerine hiçbir şey olmamış. Varınca baktım, kokladım, selâmlaştım. İyiler.

İsmail Bey’in kitabını okuyacağım. Annem az evvel sütlü kahvemi yapıp getirdi, onu bitireceğim. Az sonra Minhacü’l Abidin dersi için bağlanacağım. Bu hafta 38. dersteyiz. O iki hanımefendi ile ve daha başkaları ile okulumuza gelen yazarlar ile ve Allah’ın karşılaştırdığı kulları ile en hoş tebessümümü giyinip tanışacağım. Otobüste yanıma denk gelen çok konuşmak isteyen teyzeleri de daha uzun dinleyeceğim. Su birikintilerim kuruyacak. Fırtına, hiç olmamış gibi olacak. Nereden mi biliyorum. Çünkü Allah diler ve olur.

İşte böyle..

 

 

Share:FacebookX
Join the discussion