diken ekip gül bekleyenlere..
Ümmü Halid şöyle anlatır:
” Çocukluğumda babamla birlikte, sarı renkli entari giymiş olarak Rasûlullah’ın huzuruna gelmiştim. Allah Rasûlü: ”Güzel, güzel!” buyurdu. O sırada ben, Rasûllullah’ın peygamberlik mühürü ile 0ynamaya başladım, babam beni azarlayıp bundan men etti. Bunun üzerine Rasûlullah, babama, ”Çocuğu kendi hâline bırak.” buyurdu. Sonra bana üç defa: ”(Çocuğum, çok yaşa da) gömleğini (saklıkla giy) ve eskit.” dedi. (Buhari, Edeb, 17)
Anlamak, görmek, daha iyiye dönüşmek için; büyük sahneler, efsunlu kelimeler, geniş zamanlar bekliyoruz. Oysa kıymetli öğütlerin uzun cümlelerle olmayacağını öğrendim. Görmek isteyen için, küçücük anların büyük dersler olduğunu da. Sahip olduğumuz gücü, sağlığı ve duyguları sürekli kullanıyoruz; eğer bir sistemimiz yoksa, yaşamak tükenişimizi hızlandırmaktan başka neye yarar? Nasıl ki itfaiyeye adam yetiştirmek için yangın çıkmasını beklemiyorsak, daha iyi insanlar olmak için de tükenmeyi beklememeliydik.
Kimin yüzüne baksak, önce alnında kabaran damarları görüyoruz: Gerginiz. Ocakta kaynayan tencereye yüzümüzü ne kadar yaklaştırırsak, buhardan yanma ihtimalimiz o kadar yükselir. İnsan, bir volkana dönüştüğünde ilk patlayacağı da etrafındakiler olur. Dışarıda kibarlıktan, incelikten dökülen nice kimse, evdekileri kül eder. Çünkü yüzlerini kaynayan suyumuza yaklaştırır ailemiz. Suyun altını kısmak, kapamak yerine yaklaşana zarar vermek hak mıdır? Sokakta, markette kimseye gelişigüzel hakaret edemiyorken, evladımıza en umarsız hâlimizle savurduğumuz seviyesiz ve kaba kelimeler onun kalbinde, zihninde tam olarak nereye isabet ediyor?
Mesela kumandaya pili takamadı veya ayakkabısını biraz zor giydi diye hiç gecikmeden ”beceriksiz!” diyebiliyoruz. Ödevini yapamadığında, sınavdan düşük aldığında ”aptal, akılsız” daha ileri gidelim ”salak, geri zekalı” vb (burada kullanmaktan haya edeceğim) nice kelimeyi ağzımıza sakız edip kullanıyoruz. Üstelik sadece yalnızken de değil, arkadaşlarının yanında, bahçede, bir misafirin önünde sanki ismini söylermişçesine geniş bir hâlle ”kalk şuradan, aptal aptal konuşma, bir sus artık, boş boş konuşma, çeneni kapat” diyebiliyoruz.
Sonra da elimizi belimize koyup aynı çocuğun büyük bir saygı ve edep ile bize muamelede bulunmasını istiyoruz. Yapmazsa kapı gibi cezamız var, yetmedi mi sopamız var, yetmedi mi sevdiklerinden men etmek var! Çocuk, saygı duyduğundan değil o an gücü yetmediğinden korku ile boyun eğiyor. Böylece duygularını bastırmayı ve gücü yetenin zayıf olana dilediğince hükmedebileceğini öğrenerek evden çıkıyor… Sınıfta soruyu yanlış cevaplayan arkadaşına sesleniyor: ”Oğlum salak mısın sen ya hahahahhaha!” Çirkin, bayağı, kaba nice kelimeyi diline doluyor, akranlarına ve daha ziyade kendisinden zayıf bulduklarına savurmak için. Üstelik ebeveynini idealize ettiği için iyi insan olmayı bütün bu davranışlarla bir arada oturtuyor zihninde. ‘‘İyi insan küfür de eder, bazen azarlar, bazen insanların içinde rencide edebilir, ezebilir, dövebilir.”
Çocuk, davranışlarımızın bir aynasıdır. Oraya bir takım hastalıklı fiil ve sözler yansıtmışsak, bunlara mâruz kalan çocuğun iyi bir insan olabilmesi için kendisini iyileştirmeye dair uzunca mesai harcaması gerekir. Nasıl ki dışarıda kimseye ”bir sus artık, kapa çeneni, aptal aptal konuşma yeter” diyemiyorsak, çocuğumuza da bunları söylemeye hakkımız yok. Çocuk, tapulu mal değil emanettir. Günün hıncını çıkarma potası değil, en hassas zeminimizdir. Çocuk, başımıza isabet eden zorluk ve yorgunlukların sorumlusu değildir. Çocuğa bakmak lütuf değil, sorumluluktur. Buna karşın minnet değil muhabbet ve kalp bağı beklemek gerekir ki ardından saygıyla güven gelir. Sevdiğine, saydığına, itibar ettiğine ise ne güzel yol arkadaşı olur çocuklar...
Kimi alıp tartaklayabiliriz bugün? Kimi şuursuzca azarlayıp insan içinde veya yalnızken küçük düşürdükten sonra yarın hiçbir şey olmamış gibi konuşabiliriz? Kimi korkutup sündürebiliriz dışarıda? Kime ”Kes artık!” diyebiliriz? Hiç kimseye.. Evladımızın bir hiç kadar da mı değeri yoktur ki olmadık hakaretleri ismiymiş gibi söylüyoruz? Gözlerimizi böyle rahat devirirken, dinlediğimiz anlarda bütün bıkkınlığımızı hissettirirken hiç mi utanmıyoruz?
Çocuk, çocuktur. İşte, hepsi bu. Yetişkin olan, ölçüyü bilecek olan biziz. Sabrı öğrenmiş olması gereken ve şimdi hâliyle örneklik edecek olan biziz. Çocuklarımız, patlama noktalarımız değil. Patronun verdiği evrak için duyduğumuz endişeyi Allah’ın emanet diye verdiği bir can için duymuyor muyuz? Vallahi hesap sorucu olarak Allah yeter. İnanıyorum ki kötü çocuk yoktur, sevgisiz çocuk vardır. Sözü dinlenmeyen çocuk vardır. Gözünün içine bakılmayan çocuk vardır. Şımarık çocuk yoktur, kalbimizi açmak yerine habire yeni oyuncak alınan çocuk vardır. Öğretmek konuşmak sabır, zaman ve emek istediği için, bunun yerine her dediği yapılmış çocuk vardır. Düşman çocuk yoktur, kaybetmenin öğretilmediği çocuk vardır.. İş bizdedir, bizdedir, bizdedir. Bin kere daha bizdedir.
Rasûlullah bir çocuğu nasıl dinlerdi acaba? Yüzü hangi biçime gelirdi çocuğa selam verirken? Mührüyle oynayan çocuğu neden azarlamamış? Neden sokaklarda onları sırtına almış, acaba O’nun hiç işi yok muymuş? Neden hiç çocuk dövmemiş, acaba O’nu kimse sinirlendirmemiş mi? Kızı odaya girince neden ayağa kalkmış? Neden ”Kalk kız şurdan!” dememiş de kendisi yer vermiş. Koskoca babayı bir tarafa bırakalım.. Koskoca peygamber… Acaba koskoca olmak nedir? Geniş bir cüsse, çatık kaşlar, sert bir ses, korku dolu bakışlar?
İnsanları dinliyorum, durmaksızın çocuklarından şikayet ediyorlar. Çocuklar, aileleri hakkında konuşmaz kolay kolay. Çok değil, oturup bir çay içsem, üstten kurulmuş cümlelerin çocuğa değil ebeveyne ait olduğunu görüyorum. Sırf diken ekmekle gül olur mu?
Ben, bir anne değilim. Hiçbir çocuğu annesi gibi sevemem, doğru. Bilemem anne babalık nasıl zordur, anlayamam sizi, doğru. Deli ediyorlardır sizi, hayat burnunuzdan gelmiştir, ah bir de size sorsamdır, doğru. Tuzum kuru olduğu için konuşuyorumdur, büyüyüp gelmem lazımdır, doğru. Acaba, Hz. Nuh’un biraz daha büyümesi mi lâzımdı? Dokuz yüz sene iyilikle öğüt vermesine rağmen oğlu alenen ona hakaretlerde bulunup düşmanlık ederken hâlâ ”Oğulcuğum!” diyor ya.. Bilmem Hz. Yakub’un daha büyümesi gün görmesi mi lâzımdır büyük oğulları Hz. Yusuf’u gezmeye diye götürüp kanlı gömlekle döndüklerinde, Yusuf’u kurtlar yedi deyip kuyuya attıklarında.. Oğullarının yalan söylediğini bilen o baba, onlara hiçbir eziyette bulunmamış bir fiske vurmamışken acaba hayat burnundan yeterince gelmemiş midir?
En son ne zaman gözlerine baktık yavrumuzun, kokladık, sevdik? En son ne zaman onda bulunan iyi bir hasleti tebrik ettik? Ne zaman sohbet ettik onunla? En son ne zaman yine bir insan yanında gözlerimizi devirdik? Sesimizin rengiyle bir kez daha ”Bıktım senden!” dedik, acaba yine ne zaman.. Ekmek bizdendir, biçilen ise takdir. Ekmek, emek vermektir eziyet etmek çiğnemek değil. Elimizden, yüreğimizden gelen bütün gayret sarf etmemize, toprağı usul usul çapalamamıza rağmen çiçek açmayabilir; imtihan olur. Ancak tazecik ruhları heba etmek.. Böyle ufalamak, kimliksizleştirmek hesabı çetin olacak bir iştir. Allah’tan korkalım. Unutmayalım:
Yusuf da Yakub’undu, kuyuya Yusuf’u atanlar da..
Benim bir çocuğum yok, doğru. Yeryüzündeki bütün çocuklarsa benimdir. Çocuklarıma eziyet etmeyin.