Güve

Güneş, odayı henüz aydınlatmamış. Camlardaki buhar, incecik tanelere dönüşerek iniyor. Soğuk gecelerin sabahında ışığın ısrarına daha çok ihtiyaç var. Bu dünyada birileri bir omuz aradığında ağacının yanına gidip sırtını veriyor, yatağının ucuna başını koyuyor. Şu baş var ya şu baş, toprak değil ki süresin, kağıttan kayık değil sularda yüzdüresin. İçinde bin bir âlem ve kavgayla onu taşırsın. Uyursun, uyanırsın.

Birkaç saat evvel yaktığı mum bitmeye durmuş; son, çırpınışları, nefesi tükenmeğe duran insanı anımsatıyor. Kıpırtılı ve cılız ışığın gölgesiyle dolmuş duvar. Bu duvarda bir ufuk var ki göz görmeye yeterse başka yöne bakamaz bir daha. Başının altına koyduğu eliyle duvara nice gizli düşler ve düşünceler bırakmış. Duvar, yıllar yılı ağırlaşmış duyduklarıyla. Ev halkı -böyle bir halk olmadığını nereden bileceksiniz- boyası geçtiği için solduğunu zannetmiş. Oysa, duvar, ağarmış dinledikleriyle. Sesi olmayan kelimeler ciğerlerine dolmuş duvarın. Kimselere bir şey de diyememiş. Ne zamanki uyur arkadaşı, onu seyrettikçe yüküne kızmak şöyle dursun, yeniden bu bir çift gözün kendisine bakıp susacağı ânı hasretle beklemeye başlarmış. Duyduğu merhamet, duvara bir kalp yapmış. Kimileri bunu duyunca şaşar da güler. Ancak insanlar, kalbi yerinde bulunmayan nice insanın gözlerine bakarken şaşmaz, rahatsız olmaz, sevdiklerine bile inanabilirler birbirlerini. Ta ki bir suyun aksinde o boşluk gözükünceye dek. Ne zamanki kalplerin orada olmadığı ortaya çıkar, ağıtlar ve dumanlarla gömerler birbirlerini. Üstelik kimse katlini kabul de etmez.

Hakikat böyledir, ân gelince perdeleri yırtar, üstelik kimseyi çekiştirmeden. Ellerini vurmadan masaya, ”bakın bana” demeden gözlerin içinden geçer.

Cama vurup vurup dağılan uğultu, göz ucuyla bakıyor kıvrılan başa. Uyanmış mı? Bir baş, kaç yerde bükülür, duvar onu seyrettikçe öğrenmiş. Bir kalbi taşımanın hiç kolay olmadığını da içindeki sızı dolaştıkça. Demek sevmek, hüznü karşındakinde seyretmeyi zorlaştıran bir düğüm. Üstelik çözemediğine şikayet de etmediğin.

Terlikleri hemen ayağını uzatacağı yerde hazır. Aralıklı tahtalar üzerlerine dokunulduğu an gıcırdamak ve evi uyandırmak için hazır. Bu bir çift minik ayağın yükünü her tarttığında yerin dibine geçmediğine hayret edermiş terlikleri. Bazı gecelerin sabahında, bir dağ miktarınca tartarmış cüssesini. Fakat kuş gibi olduğu sabahları da görmüş. Uçup da şu camdan uğultulara karışacak diye ödü kopmuş.

Mumun artık feri söndü. O, gözlerini açtı. Karanlığa uyanmak, ışığı beklemek, inanmak göğü delen incecik fecre onun ezberi. Gözlerini açtı, duvar şimdi daha dik, uğultu yumuşadı. Çekmeceden yeni bir mum çıkardı, kibritin tutuşurken çıkardığı hışırtıya karışan alevler duvardaki gölgeleri kımıldattı yerlerinden. Oda yandı ve söndü. Camın önüne biriken su damlaları pervazı iyiden iyiye ıslatmış. Dokundu, parmağını suyun üzerinde gezdirip bulutlar göller yollar geçti. İşte, gün, gri tortular ardından usulca göründü. Soğukla yıkanmış parmağını yanağında gezdirdi. Gülümsedi.

İnsan kendisiyle kaç kişilik yaşayabilirse, o kadar kalabalık bir beldeyi kurduğu içine, içindeki ovalara, dağlara, kırlara gece ve gündüzlere, kavgalara, kabul ve sulhlere, boğazında yerleşke kurmuş yumruğa, duvardaki gölgelere, uğultuya karışan sesiyle gülümsedi. Göğsünün altında boşluk değil, kalp vardı. Atıyordu her yeni günün kucağında gelenlere hazırlanarak..

Nicedir kendisiyle, kendi ellerini tutarak.

Share:FacebookX
Join the discussion